20 Aralık 2012 Perşembe

Cahiliye Toplumunda Hayat


Cahiliye Toplumunda Hayat
Önceki yazılarda, müminlerle diğer insanlar arasındaki en önemli farkın, müminlerin Allah’ın sonsuz kudretinin farkında olmaları olduğunu belirtmiştik. Ayrıca Allah’ın varlığına gönülden iman eden bir müminin tüm hayatını nasıl düzenlediğini ve düzenlemesi gerektiğini incelemiştik.
Allah’ın gücünü takdir edebilen ve dolayısıyla hayatını Allah rızası üzerine kuran bir insanın sahip olduğu en önemli özelliklerden biri de, hayatının her saniyesinde yalnızca Allah’ın rızasını ve rahmetini düşünerek hareket etmesidir. O, hayatını Allah’ın hoşnutluğunu kazanma, O’na “kul” olma hedefi üzerine kurduğuna göre, Allah’ın yarattığını ve kontrol ettiğini kavradığı tüm evrene artık değişik bir gözle bakacaktır. Yalnızca Allah’ı İlah olarak tanıdığı için, sahte ilahlar artık mümin için bir şey ifade etmeyecektir. Allah Kuran’da bu konuyu, Hz. İbrahim (as)’ın söylediğini bildirdiği şu sözlerle vurgulamıştır:
Kitap’ta İbrahim’i de zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir peygamberdi. Hani babasına demişti: ‘Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?’ (Meryem Suresi, 41-42)
Mümin, yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu aradığı, yalnızca O’na yalvardığı, yalnızca O’ndan istediği için sadece Allah’a yönelir. Allah dışında hiç kimseyi hoşnut etme ihtiyacı duymaz, Allah’tan başkasından medet ummaz. İnsanın gerçek özgürlüğü, zaten ancak, bu gerçeği kavrayarak Allah’a yönelmesiyle olur.
Gerçek imana sahip olmayanların hayatları ise, müminin tam tersine, sayısız sahte ilahın boyunduruğu altındadır. Böyle insanlar, hayatlarını sayısız insanı hoşnut etmeye adarlar. İnsanlardan yardım isteyip medet umarlar. Oysa kendi cahil mantıklarınca zihinlerinde ilahlaştırdıkları bu varlıklar da aynen kendileri gibi aciz birer “kul”dur. Elbette ki bu varlıklar onların isteklerine cevap veremezler, onları kurtaramazlar. Ölüm, bu sahte ilahların insana gerçekte hiçbir yararı olmadığını ortaya koyan en kesin gerçektir. Ama, bu hayali ilahların hayali olduklarını anlamak için ölümü beklemek, çok geç kalmak anlamına gelir. Allah Kuran’da, bu insanların içinde bulunduğu çıkmazı şöyle tarif eder:
Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilahlar edindiler. Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin Suresi, 74-75)
İşte mümin olmayanların hayatları bu çarpık temel üzerine kurulmuştur. Bu temelden dolayı müminlerle diğer insanlar arasındaki bir başka önemli fark daha ortaya çıkar: Müminler kendilerine rehber olarak, Allah’ın onlara verdiği kıstasları kabul eder, Hak kitap olan Kuran’a ve Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetine uyarlar. Onların dini, Allah’ın Kuran’da tarif ettiği ve Peygamberimiz (sav)’in örnek hayatıyla tanıttığı İslam’dır.
Hayatlarını Allah’ın farkında olmadan sürdüren insanlar ise, elbette kendilerine rehber olarak, Allah’ın değil, zihinlerindeki sahte ilahların kıstaslarını kabul edeceklerdir. Hak din olan İslam’a değil, batıl anlayışlara ve inanışlara sahip olan sahte bir dine uyacaklardır. Onların dini, çok ilahlı sapkın bir dindir. Bunlar, kendilerine kıstas olarak, içinde bulundukları toplumun batıl değerlerini aldıkları için, birbirinden farklı kural ve amaçlara sahip olurlar. Bu nedenle içinde bulundukları çok-ilahlı dinin farklı farklı türleri vardır. Ancak şunu da belirtmekte yarar vardır: Bir insanın içinde yaşadığı toplumun düzenine uyması, kanunlara ve kurallara tabi olması son derece önemli ve gereklidir. Burada kast edilen doğruyu, güzeli, sevgiyi ve saygıyı telkin eden ve yaşatan toplumsal kurallar değil, çıkarcılığı, bencilliği, sevgisizliği ve acımasızlığı telkin eden batıl değerlerdir.
Kiminin hayattaki amacı, para ve güç elde etmek, kimininki saygı gören ve sözü kabul edilen bir insan olmaktır. Kimisi hayatının amacını “iyi bir eş” bulup, “mutlu bir yuva kurmak” olarak belirler. Bunların hepsi bir müminin de hayatında olan unsurlardır. Ama salih bir mümin hiçbirine olması gerekenden fazla değer vermez. Daha da önemlisi bu konular hakkında Allah’ın Kuran’da bildirdiği ve Peygamber Efendimiz (sav)’in öğütlediği dışında bir anlayışa de yargıya sahip olmaz. Din ahlakını yaşamayan insanların ise, kendilerine belirledikleri her bir hedef için din ahlakına uygun olmayan yöntemleri ve yolları vardır. “Hayat tarzı” olarak adlandırdıkları bu batıl anlayışların her biri aslında batıl birer dindir ve Allah’ın varlığını ve sınırlarını kavrayamama temeli üzerine kurulmuştur.
Oysa insanların yaratılışı, Allah’a kul olma ve Allah’a güvenme üzerine kuruludur. İnsan, sonsuz istek ve ihtiyaçlarını kendi kendine karşılamak imkanına sahip olmadığı için, yaratılıştan Allah’a bağlanmaya muhtaçtır. Dolayısıyla insan fıtratı, Allah’ı “Rab” (eğitici, yol gösterici, kural koyucu) olarak kabul etmeye yatkındır:
Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. (Rum Suresi, 30)
Nefsin kötü arzularına kapılmayıp, Allah’a iman eden halis bir mümin, tüm hayatı boyunca “ne yapması gerektiğini” O’nun kitabından ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetinden öğrenir, peygamberleri kendine örnek edinir. Müminin hayatı, inkar edenlerden tümüyle farklıdır. Dahası mümin, inkarcıların hiç bilmedikleri bazı gerçekleri yine Kuran’dan öğrenir. Örneğin Allah Kuran’da Kendisi’nden korkup sakınanlara her türlü durumda mutlaka bir çıkış yolu göstereceğini müjdelemiştir:
… Kim Allah’tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 2-3)
Allah’ın kudretinin farkına varan ve O’nu hakkıyla tanıyan mümin hayatını Allah’a teslim edecektir. Çünkü bilir ki, “kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter”. Bir ayette Hz. Yakub (as)’ın oğullarına bu konuda verdiği bir öğüt şöyle haber verilmektedir:
… Ben size Allah’tan hiçbir şeyi sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O’na tevekkül etmelidirler.” (Yusuf Suresi, 67)
Bu gerçeği kavrayan mümin, hayattaki görevinin Allah’ın hükümlerini uygulamaktan başka birşey olmadığını görecektir. Onun görevi de, “mesleği” de budur. Ancak Allah yolunda çabalamakla sorumludur. Herşeyi Allah’tan istemektedir çünkü kendisine herşeyi veren Allah’tır. Müminlerin bu güzel ahlaklarını Allah Kuran’da şöyle haber vermiştir:
Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben, onlardan bir rızık istemiyorum ve onların beni doyurup-beslemelerini de istemiyorum. Hiç şüphesiz, rızık veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah’tır. (Zariyat Suresi, 56-58)
Dolayısıyla Kuran’da tarif edilen ahlaka sahip bir mümin için “gelecek korkusu” diye bir şey söz konusu olamaz. Bu korku ancak, hayatı, birbirinden bağımsız milyonlarca sahte ilahın arasındaki bir çekişme olarak görenlere özgüdür. Olayların Allah’ın kontrolünde ve takdir ettiği kader içinde işlediğini bilmeyen bu insan, “kendi hayatını kurtarma” mücadelesi vermesi gerektiğini sanmaktadır. “Rızkı”nı “taştan çıkarması” gerektiği düşüncesindedir. Böyle düşündüğü için de, böyle karşılık görür. Bediüzzaman Said Nursi, Allah’ı tanımayanların, insanın asıl görevinin kulluk olduğunu anlayamadıklarını anlattıktan sonra şöyle der:
“…’Hayat bir cidaldir (çatışmadır)’ diye eblehane (akılsızca) hükmetmişler.”
İşte bu, “hayat bir çatışmadır” mantığından doğan ruh hali, Kuran ahlakını yaşamayanların sahip olduğu dinin temel özelliklerinden biridir. Söz konusu çarpık mantık nedeniyle bu insanlar, sürekli sıkıntı ve huzursuzlukla dolu bir ruh hali içinde yaşarlar. Şöyle ki;
-Bu kimselerin büyük bölümü, müminlerin tam aksine, bencil, çıkarcı, küçük hesaplar peşinde koşan, tek derdi “çıkarını kollamak” olan insanlardır.
-Fedakarlıktan, fedakarlığın getirdiği incelikten haberleri yoktur. Sevgileri çıkara dayalıdır: Bir insanı, o insanda olan güzel özelliklerden dolayı değil, sadece “çıkar için” severler.
-Tabi kendilerini sevdiklerini söyleyen başka insanların da aynı şekilde sevdiğini bilmektedirler. Bu nedenle hiçbir zaman sadakat ve vefa ortamında yaşayamazlar. Hep “ya benden daha zenginini, daha güzelini, daha yakışıklısını bulup da beni terk ederse” endişesi içindedirler.
-Kıskançtırlar. Bu nedenle güzellikten ve iyilikten zevk almayı bilmezler. Örneğin bir insanın güzelliğine bakıp, ondan zevk alacak ve “Allah ne güzel yaratmış” demenin huzurunu yaşayacak yerde, “neden bu güzellik bende yok da onda var” kuruntusuyla kendilerini yerler.
-Allah’ın nimetine şükretmeyi ve kendilerine verilenle yetinmeyi bilmezler. Bu nedenle hep “daha fazlası”nı isterler. Bu istek hiçbir zaman tatmin edilemez ve sürekli bir rahatsızlık kaynağı olur.
-Aciz ve zayıf olduklarını kabul edip Allah’tan yardım dilemezler. Allah’a büyüklenerek, O’ndan yardım istemeyerek acizlik ve zayıflıklarının yok olacağını zannederler. Oysa böyle yapmakla acizlikleri ve zayıflıkları yok olacak değildir. Bu kez insanlardan medet umarlar. Ama karşılarındaki de kendileri gibi yalnızca çıkarlarını düşünen, aciz biridir ve gerçek anlamda şefkat ve merhamet göstermekten yoksundur. Dolayısıyla beklentilerine ulaşamadıkları için sık sık “bunalım” geçirir, karakter çöküntüleri yaşarlar.
-Affedicilik ve anlayışlı olmaktan yoksundurlar. Bu nedenle aralarındaki en ufak bir anlaşmazlık, çatışma ve kavgaya dönüşebilir. Her iki taraf da çoğu zaman alttan almayı kendi gururuna yediremez. Bu nedenle sık sık büyük kavgalar ederler.
-Allah’ın koruması ve kontrolü altındaki bir dünyada değil, tek kuralın “galip gelmek” olduğu vahşi bir ormanda yaşadıklarını düşünürler. Kendi sapkın düşüncelerine göre, bu “orman”da yaşayabilmek için sert, saldırgan ve egoist olmaları gerekmektedir. Böyle düşündükleri için de böyle “karşılık” görürler: Ya cahiliye deyimiyle “küçük balık” olup yutulurlar, ya da “büyük -ve zalim- balık” olup diğerlerini yutarlar.
Gerçek imanı yaşamayan, tarif edilen çarpık ahlak anlayışına göre hareket eden insanların bulunduğu hemen her toplumun kuralları yukarıda sayılan gibidir. Rabbimiz Kuran’da, bu toplumları Kendisi’nin ve ahiretin farkında olmadıkları için- “cahiliye” toplumları olarak tanıtmıştır. Rabbimiz’in Kuran’da bildirdiği gibi bir türlü akıllanıp Allah’a teslim olmayan İsrailoğulları içinden bazı kimseler de, Hz. Musa (as) tarafından cahil olarak tanımlanmıştır. Konuyla ilgili ayetler şöyledir:
İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki: “Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap.” O: “siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz” dedi.”Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir. O sizi alemlere üstün kılmışken, ben size Allah’tan başka bir ilah mı arayacağım?” (Araf Suresi, 138-140)
Ama biraz önce de belirttiğimiz gibi, “cahiliye” tek bir bütün değildir. Böyle bir toplumun içinde, hepsi aynı “cahillik” özelliğiyle damgalanmış olmasına karşın, birbirinden farklı kesimler olabilir. Bu kesimler genelde, “cahiliye”nin değer verdiği geçersiz kıstasları -ki en başta ekonomik güç gelir- elde edip etmemiş olmalarına göre ayrılır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder