Allah rızasının en çoğunu aramak
Mümin, şirkten, Allah'tan başka hayali ilahlardan medet ummaktan, onların rızasını aramaktan ve onların boyunduruğu altına girmekten arınmıştır. O, yalnızca Allah'a kulluk eder. Allah'ın rızasını arar. Bunu, daha önce de belirttiğimiz gibi "Allah yolunda ciddi bir çaba" göstererek yapacaktır.
Allah yolunda "ciddi bir çaba" göstermenin yolu ise, Allah rızasının en çoğunu aramaktadır. Mümin, önünde hepsi de meşru olan bir kaç seçenek birden bulduğunda, kendisine Allah'ın rızasını en çok kazandıracağını umduğunu seçmelidir.
Allah rızasının en çoğunu aramayı kısaca şöyle tanımlayabiliriz:
-Müminin hayatının tümü "helal dairesi" içinde geçmelidir. Haramlar açıkça belirtilmiştir ve oldukça az sayıdadır. Bu belli haramların dışında, bütün fiil ve tavırlar söz konusu helal dairesi içindedir.
-Bunun yanı sıra mümine düşen, Allah'ın helal kıldığı ölçüler içinde kendi akıl ve "basiret"ini kullanarak, Allah'ın rızasının en çoğunu aramaya yönelmektir.
Bununla ilgili olarak "infak" (Allah yolunda harcama yapma) konusu iyi bir örnek olabilir. Mümin, "malını ve canını" Allah'a satmıştır. Elindeki imkanları O'nun rızasına uygun bir biçimde değerlendirmelidir. Ama bunu yaparken karşısına değişik alternatifler çıkabilir. Örneğin elinde yüklü miktarda bir para olduğunu düşünelim. Bununla kendine yeni bir giysi alabilir. Bu helal ve gayet meşru bir harekettir; üstüne başına bakması, temiz ve güzel bir görünüm içinde olması Allah'ın rızasına uygundur. Ama bu parayı kullanabileceği ve Allah'ın rızasını daha da çok kazanmaya vesile olabilecek başka bir yer olabilir. Örneğin, bu parayı kendisinden daha acil bir ihtiyaç içinde olan bir fakire vermekte Allah'ın rızası çok daha fazla olabilir. Bu, içinde bulunduğu ortama ve şartlara göre insanın kendi vicdanıyla, öncelikli olanı belirleyebileceği bir durumdur.
Bir başka örnek daha verebiliriz: Mümin "iyiliği emredip, kötülükten men etmekle", Allah'ın dinini anlatmakla, yeryüzündeki zorbalıklara karşı fikri bir mücadele içine girmekle sorumludur. Allah'ın rızasını, bu büyük sorumluluğu üstlenmekle kazanabilir. Bu sorumluluk her zaman için bazı öncelikli hizmetler ortaya çıkarır. Böylesine büyük bir sorumluluğun gerektirdiği pek çok iş varken, Allah'ın meşru saydığı bir başka işi daha öncelikli konumda değerlendirmek yanlış olacaktır. Örneğin erkek ailesine bakmakla yükümlüdür. Onların güvenliğini, geçimini sağlama görevi ona verilmiştir. Ama bunu bahane ederek diğer insanlara iyiliği emredip onları kötülükten men etme sorumluluğunu üzerine almaması elbette ki mümine yakışır bir tavır olmayacaktır.
Aslında biraz düşündüğümüzde değeri az olan şeyi tercih etmede "nefs"in etkili olduğunu görürüz. Allah Katında değeri az olan şeyi çok olana tercih etmek, insanın nefsine de bir "pay" ayırmasından kaynaklanır. Oysa bir konuda yapılması gereken, nefsine en ufak pay ayırmadan yüzde yüz Allah'ın rızasını gözetmektir. Bir işte yüzde doksan dokuz Allah'ın rızası, yüzde bir de nefsinin istekleri varsa, o yüzde doksan dokuz da Allah Katında kabul edilmeyebilir. Çünkü bu, insanın, nefsini Allah'a şirk koşması demektir. Şirkin ise yüzde biri bile geri kalan ameli geçersiz kılmak için yeterli olabilir. Bir işte, Allah'ın yanı sıra başka bir varlığa, bir kimseye pay ayıranların durumunu, Rabbimiz şöyle bir örnekle haber vermiştir:
O'nun üretip-türettiği ekin ve hayvanlardan Allah için de bir pay ayırdılar, sonra kendi zanlarınca: "Bu Allah'ındır, bu da ortaklarımızındır" dediler. Kendi ortakları için olan (pay), Allah tarafına geçmez, ama Allah'a ait olan kendi ortaklarının tarafına (payına) geçer. Ne kötü hüküm veriyorlar? (Enam Suresi, 136)
Kendi evi, ailesi tehlikedeyken canı pahasına bunları savunan bir insan konu diğer müminlere zulüm, baskı ve iftira olduğunda yerinde oturup umursuzca başka işlere dalıyorsa, burada Allah rızasının olduğundan söz etmek çok zordur. Böyle bir tavır, insanın, nefsinin öngördüğü şekilde davrandığını, nefsine tabi olduğunu gösterir ki, bu İslam'ın temeli olan "yalnızca Allah'a kulluk etmek" amacına tümüyle aykırıdır. Dahası Allah Kuran'da nefsin arzularına göre hareket etmeyi, Kendisi'ne şirk koşmak olarak tanımlamaktadır:
Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? (Furkan Suresi, 43)
Mümin ise, tüm varlığını, malını, canını, hayatını ve ölümünü kısacası herşeyini Allah'a adamıştır. Allah, iman eden insanların bu üstün özelliğini Kuran'da şöyle haber verir:
De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162)
Kuran'da Allah'ın rızasının en çoğunun aranması ile ilgili olarak anlatılan olaylardan biri, müminlerin Peygamberimiz (sav) dönemindeki bir savaşta gösterdikleri tutumdur. O dönemde müminlerden bazıları karşı karşıya oldukları iki ayrı düşman topluluğundan daha güçsüz olanla çarpışmak istemişlerdi. Oysa Allah'ın rızası, en zora talip olup, düşmanın güçlüsüyle savaşmayı gerektiriyordu. Allah geçmişte yaşanmış bu olayları ayetlerde şöyle haber vermektedir:
Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vaadetmişti; siz de güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın ve inkar edenlerin arkasını kesmek (kökünü kurutmak) istiyordu. O, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve batılı geçersiz kılmak için (böyle istiyordu.) (Enfal Suresi, 7-8)
Sonunda Allah, müminleri güçlü olan toplulukla karşılaştırdı. Müminleri Kendi rızasının en çoğuna yöneltmiş oldu. Ve Allah'ın yardımıyla müminler galip geldiler.
Yukarıda söz ettiğimiz örnek geçmişte, Peygamberimiz (sav) döneminde yaşamış müminlerin, o dönemin şartları içinde karşılaştıkları bir olaydır. Ama her dönemde Müslümanlar farklı olaylarla denenebilirler. Örneğin günümüzde Müslümanların, Kuran'ı ve yaratılışı inkar edenlere, toplum içinde ahlaksızlıkların yaygınlaşması için çalışanlara karşı fikri bir mücadele yürütmeleri gerekmektedir. Müminler her zaman için sorumluluğunu taşıdıkları bu fikri mücadele için neyin "en hayırlı" olduğunu tespit edip, onu uygulamalıdırlar. Çünkü böyle bir emaneti taşıyacak güce sahip olup da, sırf nefsi için, aciliyeti olmayan işlerle uğraşmak Allah'ın rızasından yüz çevirmek anlamına gelir ki her müminin böyle bir konuma düşmekten şiddetle kaçınması şarttır.
Müminin vicdanı zaten böyle bir şeyi kabul etmez. O, Allah'ın seçip iman verdiği bir kişidir, yeryüzünde barış ve huzur ortamının olması, Allah'ın dininin yaşanması ona emanet edilmiştir. Zalimlerin ezip-zulmettiği ve "... Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla..." (Nisa Suresi, 75) diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar için çaba harcamakla yükümlüdür.
Allah'ın rızasının en çoğu yalnızca fikri mücadele konusunda geçerli değildir. Mümin, yaşamı boyunca yaptığı tüm ibadetlerde, günlük yaşamında karşısına çıkan küçük büyük tüm olaylarda bu bakış açısını göz önünde bulundurmak zorundadır.
Bu arada şunu hatırlatmak gerekir: Aslında "Allah rızasının en çoğu" ifadesini, konuyu açıklamak için kullanıyoruz. Allah rızasının en çoğundan yüz çevirip, ikinci dereceden bir işle ilgilenmek, aslında Allah'ın rızasına aykırıdır. Dolayısıyla zaten Allah'ın rızasının ancak en çoğu, Allah'ın razı olduğudur. Allah'ın daha az razı olması gibi bir şey yoktur.
Allah'ın rızasının en çoğunu aramayıp, azıyla yetinmekse, aslında insanın ahirete yönelik yanlış bir bakış açısı taşımasından kaynaklanır. Kendisini kesin olarak "cennete layık" saymasından doğar. Oysa, hiçbir insan kendisini kayıtsız şartsız "cennete layık" olarak görecek durumda değildir. Kuran'da Allah Peygamberimiz (sav)'e "... eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler..." (Şura Suresi, 24) uyarısında bulunmuştur. Durum böyleyken kimsenin kendisini temize çıkaracak bir hali olmadığı ortadadır.
Zaten Allah'ın Kuran'da tarif ettiği samimi bir mümin, kendisini asla cennete gitmeyi kesin olarak hak etmiş olarak görmez, böyle yanlış bir düşünceye kapılmaz. Müminin özelliklerinden biri, Allah'a "korku ve umut" (Araf Suresi, 56) taşıyarak dua etmektir.
Gerçek iman sahibi olmayan kimseler ise, Allah'tan gereği gibi korkmadıkları ve iyi işler yaptıklarını sandıkları için, kendilerinin kesin olarak cennete gideceklerini düşünürler. Allah'ın bağışlayıcılığını, "nasıl olsa bağışlanacağız" gibi yanlış bir mantık çıkarmak için kullanırlar. Bu, Allah'tan gereği gibi korkup sakınmayan kimselerin tutumudur. Allah bu kimselerin durumunu bir ayetinde şöyle bildirmiştir:
Onların (müminlerin) ardından yerlerine kitaba mirasçı olan birtakım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl erdirmeyecek misiniz? (Araf Suresi, 169)
Bir de dünyada kendilerine geniş imkanlar verilmesine aldanarak, Allah'a gönülden iman edip salih amellerde bulunmadıkları halde, Allah'ın kendilerini sevdiği sonucunu çıkaranlar ve buradan hareketle -varlığını kesin şekilde kabul etmeseler de- cennette ağırlanacaklarını sananlar vardır. Bu kişilerle ilgili Allah'ın Kuran'da verdiği örneklerden biri şöyledir:
Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." (Kehf Suresi, 32-36)
Mümin ise, yukarıdaki zihniyetteki insanların aksine "iman ettikten sonra doğru yoldan çıkmak"tan korkar. Kuran'da müminlerin bununla ilgili duasını Rabbimiz şöyle bildirmiştirr:
"Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve Katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen." (Al-i İmran Suresi, 8)
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu korku mümin için tedirginlik ya da huzursuzluk meydana getirecek bir korku değildir. Aksine Allah korkusu mümini harekete geçiren, cennete layık bir kul olma konusunda büyük bir şevk kazandıran, dünya hayatını en güzel şekilde değerlendirmesini sağlayan bir duygudur.
Mümin geçici ve kısa bir yurt olan dünyada Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak hedefindedir. Tek düşüncesi karşı karşıya olduğu büyük olaydır: Kesin olarak bir gün ölecek ve Allah'ın huzurunda hesap verecektir. Bu hesap onu ebedi yıkıma ya da kurtuluşa taşıyacaktır. Böylesine büyük bir olayla karşı karşıyayken başka hesaplar peşinde koşmak ya da umursuz davranmak elbette akıl karı değildir.
Mümin, kurtuluşu için "Allah'ın rızasının en çoğu"nu aramakla yükümlüdür. Allah'ın rızasının en çoğunu aramamak, karşı karşıya olunan tehlikenin de farkında olmamak demektir. Cehennem ve Allah Katında aşağılanma tehlikesinden kurtulmak için elbette insanın elinden gelenin en fazlasını yapmak için çaba harcaması gerekmektedir.
Dünyada karşılaşılabilecek tehlikelerde göstereceğimiz tavır ve çabayla ilgili birkaç örnek, Allah rızasının en çoğunu aramanın nasıl olacağının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır:
-Metrelerce yükseklikteki dev bir su baskınına sebep olan selle karşı karşıya kaldığımızda ve suların büyük bir hızla yükseldiğini gördüğümüzde, kurtulmak için, kaçtığımız on katlı apartmanın en üst katına mı çıkarız, yoksa beşinci katta durup "herhalde bu kadarı yeterli olur" mu deriz?
-Apartmanın en üst katına paralı bir asansörle çıkıldığını ve asansörün bir daha sefer yapmayacağını varsayalım. Cebimizde de tam en üst kata çıkacak kadar para var. Bu durumda en üst kata çıkmak için cebimizdeki bütün parayı vermez miyiz? Yoksa selin ulaşma tehlikesi olan bir başka ara kata çıkmakla mı yetiniriz?
-Selden kurtulmak için sığındığımız apartmanın altıncı katında bir eğlence düzenlenmiş olduğunu düşünelim. Böyle bir durumda eğlenceye katılıp, altıncı katın yüksekliğiyle mi yetiniriz, yoksa gözümüz hiçbir şeyi görmeden en üst kata mı çıkarız?
-Bir başka örnek olarak; bir yakınımızın kalp krizi geçirdiğini veya başka bir sebeple hastaneye yetiştirilmesi gerektiğini düşünelim. Bu durumda hastaneye yetişmek için arabayı makul olabilecek en yüksek hızla mı süreriz, yoksa "bu kadarı yeterli, biraz daha dayansın" mı deriz?
Verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı gibi insan bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığında hemen harekete geçmekte, elindeki tüm imkanları tehlikeden kurtulmak için seferber edebilmektedir. Cehennem ise insan için en büyük tehlikedir. Elbette ki Allah rızasının en çoğunu arayan insanın en önemli amaçlarından biri bu tehlikeden uzak kalma isteğidir. Şimdi mahşer günü herkesin mutlaka çevresinde toplanacağı bildirilen cehennemin kenarında bulunduğunuzu, cehennemi tüm dehşetiyle gördüğünüzü düşünün... Böyle bir durumda bazı alternatiflerle karşılaşsanız, hiç tereddüt etmeden Allah'ın rızasının en çoğunu seçmez misiniz? Cehennemin yanına vardıktan sonra böyle bir seçim imkanı kalmayacağına, yalnızca yapılanların hesabı verileceğine göre, şimdiden aynı mantıkla hareket etmek gerekir. Nitekim mümin her an ahiret hayatına geçecekmiş gibi, cehennemin yakınlığını düşünerek hareket eder. Çünkü Allah, ahiretteki pişmanlığın fayda getirmeyeceğini Kuran'da pek çok ayetiyle belirtmiştir. Bu konudaki ayetlerden biri şöyledir:
(Cehennemin) İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım." Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37)
Diğer taraftan insan, tehlikeden uzaklaşmak için bu kadar çabaladığı gibi, nimeti elde etmek için de çaba harcamalıdır. Cennetin azına razı olmak da akılcı bir davranış değildir. Altın dolu bir adadan gemiyle ayrılırken, imkanınız olsa alabileceğinizin hepsini almaz mısınız? Mümin de, ahirete gittiğinde "keşke şunu da yapsaydım", "şu sevabı da kazansaydım" diyecek durumda olmamalıdır. Bunun için dünyadayken tüm imkanlarını kullanarak, Allah rızasının en çoğunu seçmelidir.
İnkar edenler, "az bir yararlanma"dan (Al-i İmran Suresi, 197) başka bir şey olmayan dünyayı elde etmek için ellerinden gelenin "en çoğunu" yaparlar. Sonu hüsranla bitecek olan bu "az bir yararlanma"nın yanında, müminler için Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti vardır. Bunlara talip olan müminin yapması gereken de elinden gelenin "en çoğunu" yapmaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder