28 Ocak 2013 Pazartesi

İmanın Güzellikleri 2. bölüm


İmanın Güzellikleri  2. bölüm

İkinci Bölüm:
Gözardı Edilen Kuran Hükümleri

Giriş

Bir kısım insanlar dine inandıkları ve neredeyse hemen her gün Kuran'ı okudukları halde Kuran'da yer alan ayetlerin bazılarını rahatlıkla gözardı edebilmektedirler. Kimileri bu hataya bilinçsizce düşerken, kimileri de bu hükümleri, kendi ürettikleri Kuran dışı bir mantığın etkisiyle bile bile önemsememektedirler. Tüm bunları yaparken Kuran hükümlerini bile bile gözardı etmenin Allah Katında kendilerine nasıl bir sorumluluk yükleyeceğini ve kendilerini Allah'ın rızasından nasıl uzaklaştıracağını ise hiç düşünmemektedirler. Oysaki Kuran ayetlerinde    Allah'ın hükümlerini dikkate almayan kimselerin ahirette azapla karşılaşabilecekleri önemle hatırlatılan bir konudur.
Bu zihniyete sahip olan kimseler Kuran dışı bir mantığa dayanarak Allah'ın hükümleri arasında bir önem ve öncelik sıralaması yapmışlardır. Hatta kimi hükümleri de tamamen hayatlarından çıkararak bir kenara bırakmışlardır. Bu çarpık din anlayışı, yüzyılların birikimi olan bir gelenekler dizisi şeklinde, nesilden nesile aktarılarak günümüze dek ulaşmıştır. Bu yaygın dine göre, öncelikli görülen hükümler ihmal edilince vicdani bir rahatsızlık duyulabilir. Ancak Kuran'da yer almasına rağmen, aynı derecede önem verilmeyen emir ve yasaklar ihmal edilince kişi hiçbir rahatsızlık hissetmez. Kuran'da farz olduğu açıkça bildirilen birçok konu, "yaparsan sevaptır, yapmazsan da bir şey olmaz" mantığıyla değerlendirilir. Sakınılması gereken yasaklar ise, "Allah affeder" mantığıyla rahatlıkla çiğnenir.
Oysa Kuran'ın hiçbir ayetinde böyle bir ölçüden bahsedilmemektedir. Namaz, oruç gibi ibadetler nasıl Allah'ın kesin emirleriyse, Kuran'da bildirilen diğer emir ve yasaklar da aynı şekilde tüm müminlerin uymaları gereken kesin hükümlerdir.
Bu konuyu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Bir kimse toplumun ahlaki baskısının da etkisiyle zina veya hırsızlık gibi Kuran'da yasaklanan tavırlardan sakınıyor olabilir. Ancak bu kişi vicdanı rahat bir şekilde, başkaları hakkında dedikodu yapabiliyor, müminlere iftira atabiliyor, yapmayacağı bir şeyi söylüyor, Allah'ın ayetlerini inkar eden insanlarla dostluk kurabiliyorsa ya da ihtiyacından arta kalanı infak etmiyor, Kuran'da bildirilen vakitlerde Allah'ı tesbih edip hamd etmiyor, bu ve benzeri emirlere uyup, Kuran'da tarif edilen yasaklardan tavırlardan sakınmayı kendince önemsiz görüyorsa, bu kimsenin Kuran'da anlatılan İslam dinini ve mümin karakterini tam olarak yaşadığı söylenemez. Bu kişi her ne kadar Müslüman olduğunu söylese de, aslında toplumun çeşitli örf ve adetlerinden derlenmiş, arasına biraz da İslami motifler katılmış bir "gelenekler dinine" tabidir. Bu kimselerin düştükleri en büyük hata ise Kuran'da bildirilen hükümlerden birkaçını yerine getiriyor olmalarından dolayı kendilerini yeterli görmeleridir. Yanlış bir zihniyete sahip olabileceklerine ihtimal dahi vermedikleri için gerçek Müslümanlardan oldukları konusunda kendilerinden son derece emindirler. Elbette ki Allah Katında Rabbimiz'in rızası hedeflenerek yapılan her bir ibadetin karşılığı vardır. Ancak gözardı edilerek bir kenara bırakılanların da büyük sorumluluğu vardır. Namazını kılan, orucunu tutan bir kimse eğer tüm bunları samimiyetle yapıyor ise Allah'ın izni ile ahirette yaptıklarının karşılığını alacaktır. Ama bilgisizlik ya da cahillik söz konusu olmadığı halde Kuran'daki diğer hükümleri bile bile önemsemiyor ve yerine getirmiyorsa, bu durumda yaptığı ibadetlerinin de boşa gitme ihtimali olabilir. İşte bu nedenledir ki tüm müminler Kuran ayetleri ile bu tehlikeye karşı uyarılmış ve atalarından kalan, geleneklerle şekillenen ve cahilce yorumlara dayanan bu çarpık anlayışı terk etmeye davet edilmişlerdir.
Ancak Kuran'da, "Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?" (Bakara Suresi, 170) ayetiyle de bildirildiği gibi kimi insanlar bu konuda uyarıldıkları ve doğru kendilerine gösterildiği halde yine de yaşadıkları bu geleneksel din anlayışında ısrarcı davranabilmektedirler. İşte bizim bu kitap ile "gözardı edilen Kuran hükümleri" konusuna değinmekteki amacımız da, içerisinde bulunduğu bu durumu fark etmemiş, ahiretteki karşılığını düşünmemiş, bilinçli ya da bilinçsizce bu zihniyete sahip olan tüm insanlara Kuran'ın tüm hükümlerini bir kez daha hatırlatarak, onları gerçek İslam dinini eksiksizce yaşamaya davet etmektir. Çünkü insanların Kuran'dan bir bütün olarak sorumlu oldukları ayetlerde bildirilmiştir. Kendini gündelik hayatın akışına kaptırarak Kuran'ın yüzlerce ayetini terk eden, İslam'ı yalnızca namaz kılmak ve oruç tutmaktan ibaret gören bir kişi ahirette, "benim bu ayetlerden haberim yoktu" diyemez. Yaşamı boyunca Kuran'da emredilen konuları öğrenmemiş olmasına ya da bunları bildiği halde gözardı etmesine hiçbir mazeret gösteremez. Böyle bir kişinin durumu ayette, "Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir" (Bakara Suresi, 85) ifadesinde hitap edilen kişilerin durumundan farklı olmayabilir.
İşte bu nedenle ilerleyen sayfalarda, toplumun genelinde sıkça gözardı edilen Kuran hükümlerinden bir bölümünü ele alacak ve böylece inananları Kuran'ı tüm ayetleriyle yaşamaya ve ayetlerde bahsedilen bu zorlu azaptan sakınmaya çağıracağız.
manzara

Allah'ı Anmada Gevşeklik Göstermemek

Kendileri Allah'ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir. (Haşr Suresi, 19)
arı kuşu
İnsanın, Allah'ı anmada gösterdiği gevşeklik O'na olan yakınlığını azaltır. Din ahlakını yaşamayan insanlar Allah'ı hiç anmadıkları, günlerce akıllarına bile getirmedikleri için helal-haram demeden günahın her türlüsünü işlemeyi, Allah'ın emirlerine riayet etmemeyi bir yaşam biçimi haline getirmişlerdir.
Müminler ise gerek sözleriyle gerekse zihinlerinden geçirdikleri düşünceleriyle hayatlarının her anında Allah'ı anıp zikretmelidirler. İnsanın kimi zaman gafletle Allah'ı aklından çıkarması, imanlı bir kişinin dahi bilerek ya da bilmeyerek çeşitli hata ve günahları işlemesine sebep olabilir. Çünkü Allah'tan gafil olarak geçirilen bir süre içinde, insanın olayları doğru algılayıp değerlendirmesinde, iyiyi kötüden ayırt etmesinde, hareket, davranış ve konuşmalarında Kuran'ın sınırlarını gözetecek bir bilinci korumasında önemli aksaklıklar meydana gelir.
Kuran dışı her türlü tavır bozukluğunun altında yatan neden Allah'ı anmada gösterilen gevşekliktir. Allah'ın hükümlerine karşı duyarlılığını yitiren kişi bazen öyle olmayacak hatalar yapar ki, sonradan durumunu düzeltince, bunları nasıl yaptığına kendisi de şaşırır. Bu tür olmadık hatalar, Allah'ı unutmanın önemini hatırlatan uyarı ve işaretlerdir. Gafletin süresi ve derecesi arttıkça yapılan yanlışların sayısı ve büyüklüğü de artar. Allah'ı anma konusunda gösterilen gafletin sıklığı ve sürekliliği ise kişinin imanı için büyük bir tehdittir.
Oysa, Allah'ı her an akılda tutmak, O'nun ayetlerini tefekkür etmek insanın aklının ve şuurunun sürekli açık olmasını sağlar. Böyle olunca da, kişi Kuran'ın emirlerine ve yasaklarına uymada büyük titizlik gösterir. Allah'ı sürekli zikreden bir insan kendi aczini daha iyi idrak eder, hiçbir konuda kendine ait bir güce ve iradeye sahip olmadığını daha iyi fark eder. Bunun sonucu olarak, Allah'a sürekli dua eder ve talep içerisinde olur. Yalnızca Allah'tan ister, her konuda Allah'a başvurur, kendini tamamen Allah'a teslim eder. Hiçbir konuda kendine müstakil ve bağımsız bir kişilik verip, büyüklenmez. Hareketleri, davranışları, konuşmaları Allah'ın koruması altında olur. Böylece Allah ona her an nasıl, ne şekilde davranması gerektiğini, en doğru hareketi, en güzel sözü ilham eder. Ona, "insanlar arasında yürüyeceği bir nur verir." (Hadid Suresi, 28) Güzel bir ahlaka kavuşmasını sağlar.
Bunun tersine insan Allah'ı anmaktan uzaklaştıkça, kendi başına, yapayalnız ve yardımcısız kalır. Doğru düşünebilme, doğru karar verebilme yeteneğini kaybeder. Yaptığı işler başarısız olmaya, ters gitmeye başlar. Çünkü Allah'ın yardımı, desteği olmadan hiç kimse hiçbir sorunun üstesinden gelemez. Hiçbir sorunu Allah'tan bağımsız olarak kendi gücü ve iradesi ile çözemez. Kuran'da övülen, takva sahibi bir mümin haline gelemez. Çünkü o daha başta Allah'ı unutarak en büyük hatayı yapmış ve gafillerden olmuş olur.
Bir mümin için Allah'ı anmak önemli bir ibadettir. İman eden bir insan günlük hayatın karmaşası içinde Allah'ı geçici de olsa aklından çıkarmaz, Allah ile olan manevi bağlantısını bir an bile koparmaz. Aksi takdirde yukarıda saydığımız sıkıntılarla karşı karşıya kalacağının bilincindedir.
Kuran'da bu konuya, Allah'ın Hz. Musa'ya olan hatırlatmasında da dikkat çekilmiştir:
Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve Beni zikretmede gevşek davranmayın. (Taha Suresi, 42)
Allah, Firavun'a giderek onu hak dine davet edecek olan Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun'a Kendisi'ni zikretmede gevşek davranmamalarını hatırlatmıştır. Zira yukarıda da anlatıldığı gibi onları Firavun'un karşısında asıl başarılı kılacak olan Allah'tır.
Bunun yanında Allah'ı az anmak münafıkların bir özelliğidir. Bu duruma Kuran'da şöyle dikkat çekilir:
Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar. (Nisa Suresi,142)
Allah'ı anmanın üstünlüğü bazı ayetlerde şöyle bildirilir:
... Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir. (Ankebut Suresi, 45)
Öyleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi anayım; ve (yalnızca) Bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin. (Bakara Suresi, 152)

Elçiye İçten Bir Saygı Beslemek

Allah'ın seçmiş olduğu elçilere içten bir saygı beslemenin ve onlara kayıtsız şartsız itaat etmenin farz olduğunu Kuran'dan öğrenmekteyiz. Bu devirde elçiye itaat ise ancak onun sünnetine tam manasıyla uyularak yerine getirilebilir. Sünnete tam ve bilinçli bir tabiyet ise, ayetlerde elçiye verilen önem ve değeri anlayıp kalbe yerleştirmekle gerçekleşebilir. İşte bu nedenle, elçiyle ilgili hükümleri her devirde yaşayan müminlerin bilip öğrenmeleri gerekmektedir. Aşağıda, müminlerin elçiye karşı göstermeleri gereken tavır ve davranışları belirleyen Kuran hükümlerini ele alacağız.

- Elçinin nefsini kendi nefsine tercih etmek, onu savunup desteklemek

manzara
Kuran'a baktığımızda, Allah'ın seçtiği elçilerin diğer müminlere göre çok özel ve ayrıcalıklı bir konuma sahip olduklarını görürüz. Elçiler, Allah'ın yeryüzündeki halifesi, İslam ahlakının en büyük temsilcisi, müminlerin de lideri konumundadırlar. Elçiler Allah'ın, kulları arasında kendisinden en çok razı olduğu, O'ndan en çok sakınıp-korkan, O'na itaat ve teslimiyette en önde giden, her konuda müminlere örnek olan, en üstün ahlaklı insanlardır. Allah elçilerine özel bir önem vermekte ve onları pek çok ayetle koruma altına almaktadır.
Allah elçilerini makamca herkesten üstün kılmıştır. Bu nedenle elçiler mümin toplulukları arasında en öncelikli ve en merkezi konuma sahiptirler. Bu yüzden, mümin her zaman ve her konuda elçinin nefsini kendi nefsine tercih etmelidir. Bu konu Kuran'da şöyle haber verilmektedir:
Medine halkına ve çevresindeki bedevilere, Allah'ın elçisinden geri kalmaları, kendi nefislerini onun nefsine tercih etmeleri yakışmaz... (Tevbe Suresi, 120)
Peygamber, müminler için kendi nefislerinden daha evladır... (Ahzab Suresi, 6)
Elçilerin sahip oldukları bu özel konumdan dolayı, Kuran'ın pek çok ayetinde müminlere elçileri savunup desteklemeleri emredilmiştir:
... Ona (elçiye) inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır. (Araf Suresi, 157)

Şüphesiz, Biz seni bir şahit, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik ki Allah'a ve Resûlü'ne iman etmeniz, O'nu savunup-desteklemeniz, O'nu en içten bir saygıyla-yüceltmeniz ve sabah akşam O'nu (Allah'ı) tesbih etmeniz için. (Fetih Suresi, 8-9)
Şüphesiz, Allah ve melekleri peygambere salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin. (Ahzap Suresi, 56)

- Elçinin önüne geçmemek

Kuran'da haber verildiği üzere elçiler akıl, zeka, anlayış, kavrayış ve diğer birçok özellikleri bakımından diğer müminlerden daha üstün bir yaratılışa sahiptirler. Allah'ın birçok sıfatı elçilerin üzerinde daha yoğun tecelli eder, mümin alametlerini üzerinde en çok taşıyan kişiler Allah'ın seçtiği elçilerdir. Bu durumda müminin de kendi konumunu bilmesi ve elçinin bu apaçık üstünlüğü karşısında saygılı, itidalli, teslimiyetli ve destekleyici bir ahlak içinde olması gerekir. Ayette bu durum, 'müminlerin elçinin huzurunda öne geçmekten sakınmaları' şeklinde ifade edilir:
Ey iman edenler, Allah'ın Resûlü'nün huzurunda öne geçmeyin ve Allah'tan sakının. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Hucurat Suresi, 1)
Allah'ın Resulünün huzurunda öne geçmek, onun karşısında kendi aklını ön plana çıkaran bir üslup kullanmak, bilmişlik yapmak, sözünü kesmek gibi çok çeşitli şekillerde olabilir. Bir müminin bu tür hareketleri kasıtlı yapması zaten düşünülemez. Ancak bir an gaflete dalıp, boş bulunup Allah'ın belirlediği sınırları aşmaktan da şiddetle kaçınması gerekir.

- Elçinin yanında sesini yükseltmek

Elçilerin, müminler arasında, Kuran ayetleriyle belirlenmiş özel ve ayrıcalıklı bir konumlarının olduğuna önceki satırlarda da değinmiştik. Gerçekten de ayetlerde, müminlerin birbirlerine karşı göstermeleri gereken davranışların yanı sıra, elçilere yönelik tutum ve davranışları konusunda konuşurken kullanacakları ses tonuna varıncaya dek her ayrıntı özel olarak tarif edilmiştir. Ayetlerde tanımlanan bu tutum ve davranışlarda, içli ve üstün bir saygı anlayışının esas alındığını görürüz:
Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona sözle bağırıp-söylemeyin; yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider. (Hucurat Suresi, 2)
Allah müminlerin Allah'ın elçisiyle konuşurken seslerini birbirlerine olduğu gibi yükseltmemelerini hatırlatmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta ise bu tavrın, bir edep veya görgü kuralı olmanın çok ötesinde,  Allah'ın kesin bir emri olmasıdır. Zira, aksine bir davranışın amelleri boşa götürecek bir tavır olması konunun önemini açıkça ortaya koymaktadır. Bunu Kuran'ın açık bir hükmü olarak değil de, herhangi bir ahlak kuralı olarak görmek, "yapılırsa güzel olur, yapılmazsa da biraz ayıp olur" şeklinde bir anlayışı sürdürmek, Allah'ın ayetlerini gözardı etmek anlamına gelir. Oysa elçiye gösterilen saygı Allah'a gösterilmiş demektir. Aynı şekilde eğer tam tersi bir ahlak gösterilirse bu da Allah'a karşı gösterilmiş bir tavır olur. Elçiye karşı kasıtlı olarak saygıda kusur etmek ise Allah'ın razı olmayacağı bir tavırdır. Ancak, saygısızlık kastı olmadan, cahillik, düşüncesizlik, hatalı bir samimiyet anlayışı sonucu elçinin huzurunda sesini yükselten bir kişinin, mümin de olsa, diğer müminlere kıyasla daha düşük bir akıl ve şuur seviyesine ve daha duyarsız bir karaktere sahip olduğu ise açıktır. Allah'ın konuya verdiği önem, buna riayet edenlerin övüldüğü ve müjdelendiği bir sonraki ayetle de gayet iyi anlaşılır:
Şüphesiz, Allah'ın resulünün yanında seslerini alçak tutanlar; işte onlar, Allah kalplerini takva için imtihan etmiştir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır. (Hucurat Suresi, 3)
Benzer şekilde, elçiye, herhangi bir kişiye olduğu gibi dışardan seslenilmesinin akılsızlık alameti olduğuna da ayette şöyle dikkat çekilmiştir:
Şüphesiz, hücrelerin ardından sana seslenenler de, onların çoğu aklını kullanmıyor. (Hucurat Suresi, 4)

- Çağırılmadan ve izinsiz elçinin evine girmek

Allah insanları, elçiye maddi-manevi sıkıntı ve eziyet verebilecek her türlü davranıştan menetmiştir. Kasıtlı olmamakla birlikte, diğer müminler arasında doğal karşılanan davranışları elçinin huzurunda yapmak kimi zaman sıkıntı verebilecek düşüncesizce bir hareket olabilir. Ayette bildirilen, çağrılmadan ya da habersiz bir şekilde elçiyi ziyaret etmek, teklif edilmediği halde orada iken yemek vaktini beklemek, yemekten sonra uzun söze dalmak gibi düşüncesiz hareketler de Allah'ın Kuran'da men ettiği tavırlardır:
Ey iman edenler (rastgele) peygamberin evlerine girmeyin, (Bir başka iş için girmişseniz ille de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin, yemeği yiyince dağılın ve (uzun) söze dalmayın. Gerçekten bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak(kı açıklamak)tan utanmaz... (Ahzab Suresi, 53)
Elçiye bu ve benzeri konularda eziyet vermek ya da yük olmak şöyle dursun, müminin her zaman elçiye elinden gelen en büyük desteği ve kolaylığı sağlaması, onun yükünü hafifletmesi gerekir. Bu, müminin, Kuran'da belirtilen en önemli görevleri arasındadır.

- Müslüman olmakla veya yapılan hizmetlerle
elçiyi minnet altında bırakmaya çalışmak

Allah, dinin menfaatleri doğrultusunda birçok kimseyi dine hizmet ettirebilir, görevlendirebilir. Ancak bu kişiler mümin olabileceği gibi, inkar eden kişiler de olabilirler. Nitekim Hz. Süleyman'a şeytanların hizmetçi kılındığı Kuran'da bildirilen bir gerçektir. Mümin olsun, inkarcı olsun herkes birer vesiledir. Yegane güç ve irade sahibi olan yalnızca  Allah'tır. Ve Allah dünyadaki imtihan ortamının bir gereği olarak İslam'ı, bu tür sebepler yaratarak güçlendirecek ve hakim kılacaktır.
Allah ayetinde, bu gerçeklerden habersiz olup da Müslüman olduklarından ötürü kendilerini bulunmaz birer nimet olarak gören, Müslüman olmalarını İslam için, elçi için büyük bir kazanç, bir lütuf gibi gösterenlerden bahseder:
Müslüman oldular diye sana minnet etmektedirler. De ki: "Müslümanlığınızı bana karşı minnet (konusu) etmeyin. Tam tersine, sizi imana yönelttiği için Allah size minnet etmektedir. Eğer doğru sözlüler iseniz (bunu böyle kabullenmeniz gerekir." (Hucurat Suresi, 17)
Ayette de belirtildiği gibi, işin aslı bu kimselerin düşündüklerinin tam tersinedir; İslam'a giren bir kişi İslam'ı şereflendirmez, tersine İslam ona şeref verir.
Allah Kuran'ın çeşitli ayetlerinde, beğendiği ahlakı yaşamaya yanaşmadıkları takdirde İslam'ın hizmetinde olan insanları, kendilerinden çok daha hayırlı kişilerle değiştirebileceğinden bahseder. Bu tür zihniyete sahip kimselerin bu ayetlerin hükmüne girmekten korkmaları, bu uyarıyı herkesten fazla üzerlerine almaları gereklidir. Samimi bir iman ve halis bir niyetle, Allah'ın rızasından başka bir şey gözetmeden İslam'a hizmet eden kişinin ecrini ise Allah muhakkak verecektir.

- Elçinin sözlerine kalpte burkuntu duymadan itaat etmek

Mümin, Allah'ın ve elçisinin emirlerini gönülden boyun eğerek uygular; onun sözlerine itaat ederken kalbinde en küçük bir sıkıntı ya da burkuntu duymaz. Allah'ın ve elçisinin hükmettiği herşeyin en doğru, en güzel ve en hayırlı olduğunu bilir. Kimi zaman şeytan elçinin söylediğinden daha farklı birşey yapmasını emretse de, mümin en hayırlı yolun elçinin gösterdiği yol olduğunu bilerek hareket eder. Bu içten ve teslimiyetli yaklaşım ise tamamen müminin imanından kaynaklanır.
Aksi bir durum, yani görünüşte bir itaat olup da, kalpte tam bir teslimiyetin bulunmaması ise, ayetlerde belirtildiğine göre o kişinin gerçekte iman etmemiş olduğunun bir kanıtıdır:
Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar. (Nisa Suresi, 65)
Bir kişi İslam'ın ve müminlerin gücünden çekindiği için görünürde itaatli bir tavır gösterebilir, söylenen şeyleri eksiksiz olarak yerine getirebilir. Ancak o kişi, kalbi tam anlamıyla tatmin bulmuş olarak itaat etmediği sürece gerçekten iman etmiş sayılmaz. Çünkü böyle bir davranış, o kişinin kalbinde Allah ve elçisi hakkında hala birtakım şüphe ve kuruntular bulunduğunu gösterir. İçten ya da diğer bir deyimle "batıni" bir itaate sahip olmaması, yalnızca fiziksel bir teslimiyet gösteriyor olması, kişinin yaptığı işlerin de boşa gitmesine sebep olabilir. Görünüşte itaat etmiştir ama ahirette bunlardan dolayı karşılık görmeyebilir. Bu yüzden mümin, kendi dünyevi çıkarlarına ters düşse bile, Allah'ın elçisinden gelen bir hükmü içten bir sevinç ve neşe ile karşılamalı, imanının ve teslimiyetinin lezzetini kalbinde hissetmelidir. Hak olan bir şey karşısında üzülüp sıkıntıya düşmek, burkuntu duymak imanla bağdaşan tavırlar değildir.
manzara

Dinin Bir Hükmünü Yerine Getirmeyi Ticaret Veya Eğlenceye Tercih Etmemek

Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah'a ve İslam'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın Katında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cuma Suresi, 11)
Bu ayette din ile, kendi dünyevi menfaatleri arasında tercih yapan insanlardan bahsedilmektedir. Genelde cahiliye toplumlarının din ahlakını yaşamaktan kaçınmasının ortak birkaç sebebi vardır. Ayette bu sebeplerin en önemli iki tanesine dikkat çekilmektedir. Ticaret ve eğlence.
Ticarete dikkat çekilmesinin sebebi, maddi menfaatin insanların en büyük zaaflarından biri olmasıdır. Nitekim insanların bir kısmı, maddi menfaatleri uğruna çoğu zaman dinin birçok hükmünü gözardı ederler. Bu kimi zaman namaz gibi şekli bir ibadette, kimi zaman ahlaki bir davranışta kimi zaman da dinin başka bir hükmünde kendini gösterir. İnsanların servet artırımı konusunda bu derece hırslı olmalarının sebebi, zenginliğin var olan bütün problemleri çözme gibi büyülü bir gücü olduğu inancıdır. İnsanlar elde edemedikleri ve özlemini duydukları her türlü imkana, zenginlik sayesinde kavuşacaklarına inanırlar. Bunlar arasında mutluluk, iç huzuru, güvenlik hatta ölümsüzlük vardır. Zengin olmalarının ölümlerini bile geciktireceğini ve dünyada onları daha kalıcı yapacağını zannederler. Bu nedenle cahiliye insanları büyük bir hırs ve tutkuyla, bütün vakit ve imkanlarıyla ticarete yönelirler. Ancak hiçbir zaman bu hedeflerine zenginlikle ulaşamazlar. Nitekim bu güne kadar hiçbir insanın mülkü onun ölümünü veya yaşlanmasını engelleyememiştir. Çünkü bir insana fayda veya yarar verme gücüne sahip olan tek güç, mülkün gerçek sahibi olan Allah'tır. Ayrıca zenginlikle elde edilmek istenen iç huzurunun, güvenliğin ve mutluluğun tek şartı vicdanlı bir hayat sürmektir. Vicdana uygun olan tek hayat modeli ise Kuran'da tarif edilen modeldir.
Ayette dinin gereklerinin gözardı edilme sebebi olarak dikkat çekilen ikinci nokta ise eğlencedir. Eğlenmek de insanlar için büyük bir tutkudur. Eğlencenin bu derece büyük bir tutku olmasının sebebi de, insanların bunu bir kurtuluş ve bazı gerçeklerden bir kaçış olarak görmeleridir. Vicdan azabının ruhlarına verdiği sıkıntı ve azabı ülke ülke gezerek veya bol bol insanla tanışarak üzerlerinden atabileceklerine inanırlar.
Halbuki insanların dinin gereklerini gözardı ederek, ticaret ve eğlenceyle ulaşmak istedikleri hedefler, ancak din ahlakını yaşadıkları zaman elde edebilecekleri hedeflerdir. Kalpler Allah'ın elindedir ve Allah kalplere mutluluğu ancak Kendi dinine uyulduğunda vereceğini vadetmiştir. (Rad Suresi, 28)
Aynı zamanda ayette hatırlatılan çok önemli bir konu daha vardır: Allah Katında kazanılacak olan, eğlenceden de ticaretten de daha hayırlıdır. Dünyanın en güzel evleri, arabaları, manzaraları, kıyafetleri, sanat eserleri veya mücevherleri cennetteki zenginliğin yanında son derece köhne ve basit kalacaktır. Dünyanın eğlencesi ise her zaman eksik, yarım ve kusurludur. Ancak eğlencenin, coşkunun ve mutluluğun gerçek yeri Allah'ın bir şölen yeri olarak tarif ettiği cennettir.
Bu nedenle Müslümanlar hiçbir zaman dinin herhangi bir hükmünü ticaret veya eğlence için gözardı etmez ve ertelemezler. Allah Kuran'da müminlerin bu özelliklerini şöyle bildirmiştir:
(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)

Yapmayacağı Şeyi Söylememek

Yapmayacakları şeyleri söylemeleri, Kuran'ı yaşamayan, Kuran ahlakından habersiz olan insanların ortak karakter özelliklerindendir.
Bu kimseler kendilerini olduklarından üstün ve önemli göstermek, hava atmak gibi gayelerle yapmayacakları şeyleri söyler, altından kalkamayacakları işlerden bahsederler. Geçici çıkar ve menfaatler elde etmek için aslında yapmaya hiç niyetlerinin olmadığı şeyleri vaat ederler. Bu samimiyetsiz davranış, toplum içinde fazla yadırganmayan ve önemsenmeyen, alışılmış bir tutumdur. Oysaki insanların yapmayacakları şeyleri söylemeleri Allah Katında sevilmeyen ve suç olarak nitelendirilen bir davranıştır:
Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah Katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti). (Saff Suresi, 2-3)
Bu davranış, yalancılık, ikiyüzlülük ve samimiyetsizlik gibi, ayetlerde kınanmış birçok kötü özelliği de içinde barındırmaktadır. Kuran'da bildirilen güzel ahlakı en mükemmel şekilde yaşamayı kendilerine ilke edinen müminler, Allah Katında beğenilmeyen bu tavırdan titizlikle kaçınırlar.

Kaybedilenlere Üzülmemek Ve Kazanılanlarla Şımarmamak

Müslümanların Allah'a ve O'nun dinine olan bağlılıkları, hiçbir şart gözetmeksizin tam bir sadakat içerir. Bu nedenle Müslümanın din ahlakını yaşamaktaki şevki, morali, gücü, kararlılığı, koşulların değişmesiyle birlikte değişiklik göstermez. Bu önemli bir Kuran ahlakıdır. Bu konuyu açıklarken Kuran'da, Müslümanın iki temel özelliği üzerinde durulmaktadır. Birincisi Müslümanın hiçbir güç koşulda sarsılmaması ve zorluklardan dolayı moralinin bozulmamasıdır. İkincisi ise sahip olduğu imkanlardan dolayı kibir ve büyüklüğe kapılmamasıdır. Allah Müslümanların bu özelliğini bir ayette şöyle bildirir:
Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size   (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Hadid Suresi, 23)
İnsan, yaşamında nelerle karşılaşacağını hiç bilemez. Kimi zaman en genç döneminde hiç beklemediği bir hastalığa yakalanabilir ya da bir kaza geçirerek ömür boyu yatağa bağlı kalacağı bir durum oluşabilir. Bütün mülkünü kaybedebilir veya olaylar hiç tahmin etmediği bir şekilde gelişebilir. Bu tip bir durumda Allah'a imanı zayıf olan insanlar ümitsizliğe düşer ve durumlarına isyan ederler. Allah'ın kendilerine verdiği bütün nimetleri bir anda unutur ve Allah'a olan sevgilerini ve güvenlerini bir anda yitirebilirler.
İşte gerçek Müslümanların farkı bu noktada ortaya çıkar. Çünkü Müslümanlar Allah'a şartsız olarak iman ederler. Allah'a olan sevgi ve güvenleri başlarına gelen olaylara göre değişmez. Allah'ın herşeyde bir güzellik ve hayır yarattığını bilir ve başlarına gelen, beklenmeyen olaylar karşısında sadece sabrederek, tevekkül ederler. Allah'ın aklına, merhametine, adaletine güvenleri tam ve kesindir. Bu nedenle ellerinden giden her ne olursa olsun, bunu bir kayıp olarak görmez ve bunun üzüntüsünü yaşamazlar.
Ayrıca Kuran'da, gerçek Müslümanların oldukça hareketli ve dönem dönem de zorluklarla dolu bir hayatlarının olacağı bildirilmektedir. Bir Müslüman hakkı söylerken ve savunurken, muhakkak hakkın ortaya çıkmasından rahatsızlık duyan insanların engelleriyle ve baskılarıyla karşılaşacaktır. Müslümanların insanları davet ettiği güzel ahlakı, menfaatlerine uygun görmeyen ve din ahlakının yaşanmasını istemeyen kişiler elbette ki olacaktır. İşte bu insanlar kimi zaman sözlü kimi zaman da fiili olarak Müslümanların din ahlakını yaşamalarını ve insanları Kuran ahlakına davet etmelerini engellemek isteyeceklerdir. Bu engellemeler sırasında Müslümanlar kimi zaman da maddi kayıp içerisinde olabilir, kimi zaman canları tehlike altına girebilir veya yaşadıkları yerleri terk etmek durumunda kalabilirler. Ancak kayıp gibi görünen bütün bu olaylar, Müslümanlara ahirette büyük bir mülk, güzellik ve ihtişam olarak geri dönecektir. Bu nedenle Müslümanlar başlarına gelen her olayı sevinç ve şevkle karşılarlar.
İnsanların hayatında beklenmedik kayıplar olabileceği gibi beklenmedik büyük kazançlar da olabilir. Allah dilediği insana mülkünün kapılarını ardına kadar açabilir. Başarı, yönetim, yetki verebilir. Böyle bir durumda Allah Müslümanların sevinerek bir şımarıklık içine girmemeleri gerektiğine dikkat çekmektedir. Çünkü insan mülkte, yetkide veya herhangi bir kazançta sadece emanetçi konumundadır. Kendisine verilen herşeyin esas ve tek sahibi Allah'tır. Bu nedenle kişi kendisine ait herhangi bir özellikten dolayı değil, Allah'ın lütfundan ve dilemesinden dolayı bir rahatlık ve kazanç içerisindedir. İşte bunu bilen Müslümanlar çok büyük nimetlerin ve zenginliklerin içinde de olsalar da acizliklerini asla unutmaz ve bir büyüklük duygusuna kapılmazlar. Sadece Allah'a şükreder ve kendilerine verilen nimetlerin hakkını vermeye gayret ederler.
manzara

Getirdikleriyle Sevinip, Yapmadıklarıyla Övünmemek

Yaptığı işlerle böbürlenmek ya da gerçekte kendi yapmadığı şeylerle övünmek toplumdaki pek çok insan için son derece olağan bir davranıştır. Oysa Al-i İmran Suresi'nin 188. ayetinde bu davranışın Allah Katında beğenilmeyen bir ahlak olduğu bildirilir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
Getirdikleriyle sevinen ve yapmadıkları şeyler nedeniyle övülmekten hoşlananları (kazançlı) sayma; onları azaptan kurtulmuş olarak sayma. Onlar için acı bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 188)
Bu tür davranışların altında, insanın kendisinin yaptığını sandığı, gerçekte ise yalnızca Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla gerçekleşen işlerden kendi nefsine pay çıkarmak ve bunlarla nefsini yüceltmek gibi sapkın arayışlar yatar. Oysaki insan bir işi kendisi yapsın ya da yapmasın, gerçekte o işi yaratan, sonsuz güç ve ilim sahibi olan Allah'tır.
hayvanlar
Hiçbir insanın kendisine ait müstakil bir gücü yoktur. Herşey ve her olay Allah'ın izni ve dilemesi ile gerçekleşir. Dolayısıyla kişinin müstakil olarak yapmaya güç yetiremeyeceği birşeyden dolayı böbürlenmesi ve övünmesi gerçekte o şeyi yaratan Allah'ı gereği gibi takdir edemediğini gösterir. Bu da insanın nefsine ilahlık vermesi ve nefsini Allah'a ortak koşması anlamına gelir. Allah ayetlerinde Kendisi'ne şirk koşulmasının en büyük günah olduğunu ve vazgeçilmediği takdirde bu ahlakı gösteren kimseleri bağışlamayacağını bildirmiştir. İşte bu nedenledir ki Kuran'da, Rabbimiz'in sınırsız gücünü takdir etmek yerine kendisini övüp yüceltmeye kalkışan kimseler acı bir azap ile müjdelenmiştir.

Alay Etmemek, Küçük Düşürücü Lakaplar Takmamak

İnkarcılar, kendi nefislerini yüceltmek ve diğer insanlardan daha üstün bir konuma geçmek arzusuyla her fırsatta alaycılık, aşağılama, lakap takma gibi çirkin yöntemlere başvururlar.
Allah müminlerin birbirlerine karşı cahiliye ahlakına ait olan bu davranışlarda bulunmalarını yasaklamıştır. Kuran'da Allah'ın bu hükmü şöyle bildirilmektedir:
Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi 'olmadık-kötü lakablarla' çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 11)
Müminler Kuran'ın bu hükmü gereğince, birbirlerine karşı son derece içli bir saygı ile yaklaşırlar. Çünkü mümin, Allah'ın ruhunu taşıyan, Allah'ın pek çok sıfatının üzerinde tecelli ettiği, Kuran'ın birçok yerinde övülmüş, sonsuz mükafaatla müjdelenmiş bir varlıktır. Müminler birbirlerine Kuran'da dikkat çekilen bu gözle bakmalı ve birbirlerine karşı üstün bir ahlak ile yaklaşmalıdırlar. Zira aksi takdirde, Allah'ın bu hükmünü gözardı eden bir kimse aynı ayetin devamında bildirilen, "imandan sonra fasıklık" tehlikesiyle karşılaşır. Tevbe edip bu davranışını düzeltmezse, yine ayetin ifadesiyle, zalimlerden olur. Zalimlik ise Kuran'da, iman etmeyenler için kullanılan terimlerden biridir. Alaycılık sözle, lakap takmayla olabileceği gibi çeşitli mimik ve hareketlerle de yapılabilir. Hümeze Suresi'nde yer alan, Allah'ın kaş göz işaretleriyle alay edenlere yönelik uyarısı düşünüldüğünde, alaycılığın Allah Katında ne kadar büyük bir suç olduğu daha iyi anlaşılır:
Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline. (Hümeze Suresi, 1)
Ayetin devamında bildirilen, bu yapıdaki bir kişinin akıbeti, alaycılığın müminler için son derece sakınılması gereken bir hareket olduğunu daha iyi ortaya koyar:
Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır. "Hutame"nin ne olduğunu sana bildiren nedir? Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar. O, onların üzerine kilitlenecektir. (Kendileri de) Dikilip-yükseltilmiş sütunlarda (bağlanacaklardır). (Hümeze Suresi, 4-9)
Mümin, bir başka müminin hatasını teşhis edip, onu uyarırken de alaycı bir üslup kullanmamaya ve bu şekilde onu incitmemeye çok titizlik göstermelidir. Böyle bir durumda karşı tarafın hatasını teşhis etmekle ve onu uyarmakla, kişinin kendisini akılca karşısındakinden üstün olduğunu sanması, kendini hatasız görmeye başlaması yanlış olur. Halbuki kişinin bir başkasının hata, kusur ya da eksikliklerini yakalayarak onunla alay etmesi bunları teşhis eden kişinin daha akıllı, daha üstün olduğunu göstermez. Hatta ayetin işaretiyle alay edilen kişi belki de Allah Katında, kendisinden daha hayırlı, dolayısıyla daha üstündür. Ayetin hükmünü çiğneyerek alay eden kişinin ise akıllı olmadığı tam tersine aklının kapandığı ortadadır. Söz konusu kişi bu tutumundan vazgeçmez ve müstağni tavırlarını sürdürürse, bir diğer ayetin işaretiyle de "azgın" bir insan haline dönüşür.

Müslümanlara Destek Olmak, Çekişmemek

Allah ayetlerinde müminlerin birlik ve dayanışma içinde hareket etmelerini, her konuda birbirlerine destek ve yardımcı olmalarını hatırlatmıştır.
Kuran'a baktığımızda Müslümanların yeryüzündeki konumunun ve Allah Katındaki değerlerinin diğer insanlardan çok farklı olduğunu görürüz. Müslümanlar vicdanlı, ahlaklı ve şerefli bir hayat yaşadıkları için Allah'ın sevdiği, değerli gördüğü kimselerdir. Ancak Kuran'da, Allah Katında değerli ve saygın olan bu kulların sayısının azlığına da dikkat çekilir. Allah ayetinde insanların çoğunun iman etmeyeceğini ve iman eden insanların birçoğunun da şirk koşmadan iman etmeyeceğini bildirir. Bu ise gerçek Müslümanların yeryüzünde azınlık konumunda olacakları anlamına gelir. Dolayısıyla tek bir Müslümanın bile iman edenler açısından önemi çok fazladır. Nitekim Kuran'da Müslümanların birbirleri için değerleri, koruyucu, himaye edici, yardımcı anlamına gelen "veli" kelimesi kullanılarak açıklanmıştır.
koltuk
İşte bu nedenle Allah her asırda sayıları oldukça az olan iman sahibi insanların birbirlerine kenetlenmişçesine bağlanmalarını emretmiştir. Müslümanların birbirlerinin değerini iyi bilmeleri, bir zorluk karşısında birbirlerine tam destek vermeleri ve birlik olmaları Kuran'da Müslümanlara yüklenilen sorumluluklardan biridir. Allah'ın emri gereği Müslümanlar birbirlerini her olay ve koşul karşısında koruyup kollar ve desteklerler. Sözlü yazılı, maddi veya manevi olarak bütün imkanlarıyla Müslümanların güçlenmesi, gelişmesi ve ilerlemesi için gayret sarfederler. Allah Müslümanların birbirlerine nasıl bağlanmaları gerektiğini bir ayette şu benzetmeyle tarif etmektedir:
Şüphesiz Allah, Kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf Suresi, 4)
Ayette dikkat çekilen en önemli nokta, Müslümanlar arasında sökülmesi mümkün olmayan bir kenetlenmenin olması gerektiğidir. Bu, Müslümanlar arasında manevi olduğu kadar dıştan açıkça görünen güçlü bir bağlılığın da oluşması gerektiğine işaret eder. Yani Kuran'da Müslümanları uzaktan seyretme ve uzaktan destek verme mantığı yoktur. İnanan bir insanın yeri, Müslümanların yanıdır. Bu nedenle inançlı bir insan ibadetlerini, hizmetlerini ve fikri mücadelesini Müslümanların arasında yerine getirerek, onlara destek verir.
kuzular
Allah'ın şanının yüceltilmesi, İslam'ın menfaatlerinin ve müminlerin haklarının korunması, cahiliye ahlakına karşı fikri mücadele verilmesi çok kuvvetli bir birlik ve dayanışma içinde gerçekleştirilebilir. Aynı zamanda müminler Kuran'ı yaşamada, Allah'ın emirlerini uygulamada ancak bu şekilde başarılı olabilir ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilirler. Bu nedenle, müminler arasındaki bağlılığın, tesanüt ve kardeşlik ruhunun zedelenmesine ya da zayıflamasına yol açabilecek her türlü tavır ve davranıştan şiddetle kaçınılmalıdır. İşte bu amaçla kaçınılması gereken davranışların başında da "çekişmek" gelir. Şeytanın da her yönden desteklediği bu davranışı Allah Kuran'da kesin olarak yasaklamıştır:
Allah'a ve resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)
Müminler arasındaki dayanışma ve birlik, onların inkar edenler karşısındaki güçlerini de etkileyen hayati bir unsurdur. Çekişme ise ayette belirtildiği gibi bu gücü kıran, hiçbir konuda çözüm getirmeyen, fayda sağlamayan, şeytanın kışkırtmasıyla içine düşülen nefsani bir tavırdır. Bu nedenle bir anlık gaflet sonucu çekişme ortamına giren mümin hemen dikkatini toplayıp, ayetin hükmünü hatırlamalı, yaptığı işin Allah'ın beğenmediği bir davranış olduğunu idrak edip, bu tavrını terk etmeli, tevbe ederek bir daha tekrarlamamalıdır.
Müminler bu tür şeytani ortamlara ya da bunlara zemin oluşturabilecek konuşma ve davranışlara karşı uyanık olmalı, bu tür bir davranışa anında müdahale ederek engellemelidirler. Zira Allah müminlerin hedefini Kuran'da belirtmiştir. İnkarcılar, müşrikler ve münafıklar birlik olup inananlara karşı mücadele ederken, onları bırakıp, müminlerle uğraşmak, onların şevkini kırmak, gücünü azaltmak Kuran'a uygun bir tavır değildir.
Müminlere her konuda en doğru yolu Allah ve elçisi göstermiştir. Hangi konuda olursa olsun, Allah Katında makbul olan tek bir doğru vardır. Müminlerden hiçbirinin bir konuda diğerlerinden farklı bir anlayışı, değişik bir zihniyeti olamaz. Dolayısıyla Kuran'da tarif edilen müminler arasında hiçbir konuda ihtilaf veya tartışma söz konusu olmaz. Zira, Kuran'da dikkat çekildiği gibi, ayrılık ve ihtilaf ancak inkarcılara has bir özelliktir. Kuran'da, müminlerin anlaşmazlığa düştükleri sorunları Allah'a ve resulüne döndürmeleri emredilir. Böylelikle her konu en doğru şekilde çözüme ulaşır. Yoksa müminlerin aralarında tartışarak, çekişerek sorunları halletmeye çalışarak, sonuca ulaşmaları gibi bir yöntem Kuran'a tamamen aykırıdır. Bir diğer ayetin hükmüyle de müminlerin çekişmelerine, aralarının bozulmasına karşı, şeytana kapıları kapatacak en güzel yöntemin 'sözün en güzelini söylemek' olduğu bildirilmiştir:
Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)

Zanda Bulunmamak, Gıybet Etmemek, Tecessüs Etmemek

Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir. (Hucurat Suresi, 12)
Ayette, müminin sakınması gereken üç önemli tavırdan söz edilmektedir; zanda bulunmamak, gıybet etmemek, tecessüs etmemek... Bunlar aynı zamanda birbirleriyle bağlantılı davranışlardır. Çünkü gıybet eden, yani bir mümini arkasından çekiştiren kişi, zaten onun hakkında birtakım kötü zanlar da besliyor demektir. Aynı şekilde tecessüs eden bir kişi de çeşitli zanlar üzerine böyle bir davranışta bulunmaktadır.
Her üçünün de ortak noktası, müminleri inciten, müminler arasındaki tesanüt ve dayanışmayı zedeleyen, sevgi, şefkat ve merhameti azaltan davranışlar olmasıdır. Tümü de küfür toplumunun gündelik yaşamında vazgeçilmez hale gelmiş çirkin alışkanlıklardır. Cahiliyenin gayet doğal karşıladığı bu alışkanlıkların aslında ne kadar rahatsızlık veren hareketler olduğu ayetteki gıybetle ilgili benzetmeden de anlaşılabilir. Ayrıca bir başka ayette de 'arkadan çekiştirenler' hakkında Allah'ın büyük bir uyarısı yer almaktadır. Ayette şöyle hükmedilir:
Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline... (Hümeze Suresi, 1)
Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır. "Hutame"nin ne olduğunu sana bildiren nedir? Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. (Hümeze Suresi, 4-6)
taht
Görüldüğü gibi ayetin devamında, bu davranış biçimini benimseyenlere yönelik kesin bir cehennem tehdidi vardır. Bu tehdit dikkate alındığında bu ahlakın müminlerin çok dikkatli olmaları gereken Kuran dışı bir davranış olduğu görülür.
İnkarcıların birbirlerine olan kin, haset ve çekememezliğinden kaynaklanan tecessüs, gıybet gibi davranışları şeytan müminlere makul gösterebilmek için din adına yaptırmaya çalışabilir. Örneğin hata ve eksiklikleri olan bir müminin, arkasından çekiştirmeyi onun iyiliği ya da dinin menfaati için yapılması gereken bir hareketmiş gibi göstermeye çalışabilir. Oysa Allah Kuran'da müminleri bu davranıştan kesin olarak menetmiştir.
Ayette geçen kusurlar içinde dikkat edilmesi gereken bir diğer tavır da "zanda bulunmamak"tır. Gıybet ve tecessüs zanna göre daha somut hatalardır. Bu nedenle bu hataları yapanları gören diğer müminler onları uyarıp bu davranıştan menetme imkanına sahip olabilirler. Ancak zan, kalpte beliren ve açığa vurulmadıkça müminin yalnız kendisinin tespit edip önlem alabileceği bir olaydır. Bunu yapmaz da gaflete dalarsa, kendi kendine düşünürken ayette günah sayılan birçok kötü zanda bulunabilir. Buradan müminin yalnızca yaptıklarından değil, niyetinden, duygu ve düşüncelerinden de sorumlu olduğunu anlamaktayız. Kitap boyunca inceleyeceğimiz, kin, haset, korku, sevgi ve buna benzer birçok kavram da sorumlu olunan bu duygulardandır. Bu nedenle, müminin aklından geçirdikleri ve hissettikleri Allah'ın sınırlarını aşmamalıdır. Kuran'ın rehberliğinde duygu ve düşüncelerini terbiye eden insan ise şüphesiz en doğru yola ulaşır.

Öfkeyi Yenmek

Müminin öfkesini yenmesi, öfkenin sebep olabileceği çeşitli hatalardan ve zararlardan korunmasına vesile olur. Kuran'da öfkeyi yenme ile ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır:
Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir.  Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)
Belli durumlarda insanın öfkelenmesi yaratılışından kaynaklanan bir davranış olsa bile ayetin işaretiyle müminin bu öfkesini sürdürmemesi, yenmesi gerekmektedir. Çünkü öfke, insanın akli fonksiyonlarını perdeleyen, olayları sağlıklı değerlendirip doğru karar verebilmesini engelleyen bir etkendir. Böyle olunca da insanın Allah'ın sınırlarını gereği gibi koruyabilmesi tehlikeye girmektedir. Kuran'da öfkenin en önemli zararlarından biri olarak da adaletten sapma gösterilir. Zira öfkenin aklı örtmesiyle, yapılan teşhisler, verilen kararlar duygusal olmakta, bu da Kuran'a uygun adil bir sonuç vermemektedir.
turuncu çiçekler
İnsanlara, özellikle de müminlere karşı şahsi birtakım meselelerden duyulan öfkenin derhal giderilmesi, şefkat ve merhametin esas alınması gerekir. Öfkelenen kimse haksızsa, zaten öfkelenmeye hiçbir hakkı olmadığı gibi, haksızlığını kabul edip telafi etmesi gerekmektedir. Eğer haklıysa da yine öfkesini yenmeli ve ayetin belirttiği gibi bağışlayıcı olmayı seçmelidir.
Buraya kadar bahsettiğimiz, gündelik hayatta müminlerin başına gelebilecek belli başlı durumlardandır. Bunlar dışında, ortada elle tutulur bir şey yokken, yerli yersiz herşeye sinirlenen bir insan grubu da vardır ki bunlar; tevekkül, insanların, olayların tamamen Allah'ın kontrolünde olması gibi temel imani konuları gerektiği gibi kavrayamamışlardır. Bu imani eksiklik de ruh hallerine asabiyet şeklinde yansımıştır. Sürekli bir asabiyet hali içinde bulunduklarından öfkelerini yenmek konusunda başarısızdırlar. Bu yüzden en başta imani sorunlarını halletmeleri gerekmektedir.
Bu arada, müminin hamiyeti İslamiyesinden kaynaklanan öfkeyi de diğerleriyle karıştırmamak lazımdır. Müminlere karşı bir haksızlık ve zulüm yapıldığında, Allah'a, dine, Müslümanlara karşı bir hakaret ya da saldırı olduğunda müminin bunlara öfkelenmesi onun imanından kaynaklanan haklı ve doğru bir davranıştır. Bu öfke müminlerin mücadele şevkini ve heyecanını arttıran, onları motive eden rahmani bir duygudur.

Fasıktan Gelen Habere Göre Hareket Etmemek

Fasık, doğru yoldan sapmış, Allah'a isyan üzerine kurulu bir hayatı benimsemiş kişidir. Dolayısıyla, ondan Kuran'ın sınırlarını gözetmesi, adalet, doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik gibi mümin sıfatlarını üzerinde taşıması beklenemez. Ayrıca fasık, Allah korkusu olmayan, müminlerin imanını kıskanan, elinden gelse müminleri de saptırmak isteyen, onlara zarar vermekten, onları üzmekten zevk alan kimsedir. Bu yüzden fasıktan müminlere ulaşan bir haber kesin bir bilgi niteliği taşımayan, doğruluğu araştırılması gereken bir konudur. Bu konudaki ayet şöyledir:
Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz. (Hucurat Suresi, 6)
Doğruluğunu araştırmadan, fasıktan gelen bir haber nedeniyle -Kuran'ın ölçülerine göre- güvenilir bir bilgi bulunmadan hüküm vermek, Allah'ın ayette belirttiği gibi "cahilce" bir hareket olur. Yine bir başka ayetle de iman edenlerin, "hakkında bilgileri olmayan bir şeyin peşine düşmeleri" (İsra Suresi, 36) yasaklanmıştır.

Allah'ın Ayetlerine Karşı Mücadele Yürüten İnsanlara Sevgi Beslememek

Müminin bütün değer yargıları Kuran üzerine kuruludur. Sevgi de bunlardan biridir. Mümin ancak Allah'ı ve Allah'ın sevdiklerini sever. Allah'ın ve müminlerin düşmanlarına karşı ise büyük bir kin ve nefret duyar. Bu, Kuran'da Allah'ın belirlediği net ve kesin bir ölçü olmakla birlikte, samimi bir mümin zaten imanının doğal bir sonucu olarak başka türlü hissedip davranamaz. Bunu içinden gelerek samimi bir şekilde yapar. İmanının şiddeti ölçüsünde, Allah'a ve müminlere duyduğu sevginin şiddeti de artar. Bu yüzden, isterse en yakınları için olsun, müminin bu ölçünün dışında bir bakış açısına sahip olması mümkün değildir. Ayette bu durum şöyle açıklanır:
Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları Kendi'nden bir ruh ile desteklemiştir... (Mücadele Suresi, 22)
Ancak herşeye rağmen, zaman zaman, Kuran'ın hükümlerini yeni öğrenen, imanla, İslam'la yeni tanışmış kişilerde geçmişlerindeki hatalı sevgi ve dostluk anlayışını sürdürme eğilimi olabilir. Genelde bilgi eksikliğinden ve imani bakış açısının henüz tam olarak kalbe yerleşmemiş olmasından kaynaklanan bu tutumun ne derece yanlış olduğu Kuran'da şöyle bildirilir:
Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cehd etmek (çaba harcamak) ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur. (Mümtehine Suresi, 1)
Ayetteki bu açık ve net uyarıdan sonra hala eski sevgi anlayışını sürdüren, Kuran'a uygun değer yargılarını benimsemeyen bir kimsenin, yolun ortasından şaşırıp-sapacağı bildirilmiştir. Eğer kişi bu sapkın ruh halini gizleyip de birtakım çıkarlar doğrultusunda müminlerin arasında tutunmaya çalışırsa da, Allah bunu er ya da geç ortaya çıkaracaktır. Bir ayette şu şekilde bildirilmektedir:
Yoksa siz, içinizden cehd edenleri (çaba harcayanları) ve Allah'tan ve resulünde ve müminlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah 'bilip (ortaya) çıkarmadan' bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Tevbe Suresi, 16)
manzara

Kınayanın Kınamasından Korkmamak

Müminler her devirde, Allah'a kulluk etmeleri, O'nun emirlerini yerine getirmeleri, insanların değil de yalnızca Allah'ın rızasını gözetmeleri nedeniyle içinde yaşadıkları toplumlar tarafından yadırganmışlardır. İnkar edenlerin kendi içinde oluşturduğu çarpık yaşam biçimini ve felsefesini reddetmeleri, Kuran'da tarif edilen ideal modeli benimsemeleri nedeniyle çeşitli tepkilerle karşılaşmışlardır. İnkarcı toplumunun bu tepkisi, kavmin önde gelenleriyle idarecileri tarafından daha çok fiziksel saldırı ve eziyet şeklinde gerçekleşmiştir.
Müminlerin yakın çevresinden ise bu tepki, karşı tavır alma, manevi baskı ve kınama şeklinde kendini göstermiştir. Ancak, Allah'a karşı tam bir güvene ve sarsılmaz bir imana sahip olan müminler, bu baskı ve kınamalar karşısında dinlerinden en ufak bir taviz vermemişlerdir. Bu durumlarından dolayı da Allah'ın yardım ve desteğini kazanarak, inkarcılara karşı zafer elde etmişlerdir.
Ancak mümin, İslam'ı yaşarken her zaman böyle fiziksel bir saldırıyla karşılaşmayabilir. Fakat Allah'ın emirlerini yerine getirmedeki titizliği ve inkarcıların batıl fikir sistemini ezmedeki kararlılığı yüzünden etrafını saran kişiler tarafından çeşitli eleştiri ve kınamalara maruz kalabilir. Ancak bu kişiler kısa zamanda bu tür kınamalara taviz vermeyen, güçlü şahsiyete sahip, Allah'a ve kendine güveni tam olan müminleri yolundan saptıramayacağını anlarlar. Müminler yalnızca Allah'tan korkarlar ve kendilerini kınayanlardan korkmazlar. Tam tersine kınayıcılar üzerine büyük korku salarlar. Bu tür kınamalar müminleri daha da motive eder.
Kınayanın kınamasından korkmak aynı zamanda da Allah'a karşı şirk koşmak demektir. Çünkü Allah ayetlerinde 'yalnızca Kendisi'nden korkulması gerektiğini' bildirmektedir. Böyle bir kişi ise İslam'a değil yalnızca kendine zarar verir. Allah onun yerine kınayanın kınamasından korkmayan ve aşağıdaki ayette sıralanan üstün vasıflarla donatılmış müminleri getirir:
Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisi'nin onları sevdiği, onların da Kendisi'ni sevdiği, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cehd eden (çaba harcayan) ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Maide Suresi, 54)

Nefsi Temize Çıkarmamak

Hatasız olmak bir ilahlık vasfıdır ve yalnızca Allah'a mahsustur. Kuran'da en üstün imana ve ahlaka sahip olan peygamberlerin dahi çeşitli hatalarından bahsedilmektedir. Müminlerin de bu tür hatalardan ve günahlardan sakınmaları öğütlenir. Peygamberlere ve tüm müminlere Kuran'ın birçok yerinde bağışlanma dilemeleri emredilir. İman edenlerin bilerek ya da bilmeden günah işleyebilecekleri de Kuran'da haber verilmiştir. Bu durum insanın Allah karşısındaki aczinin, her konuda, günah işlememe, Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirebilme konusunda bile yine Allah'a muhtaç olduğunun bir göstergesidir.
Mümine düşen hata ve günahını fark ettiğinde hemen pişmanlık duyup vazgeçmek, tevbe ve istiğfar ederek aynı günahı tekrar işlememeye çok özen göstermektir. Yoksa kendini hatasız, günahsız göstermek, temize çıkarmak değil... Zira böyle yapmak zaten Allah'ın beğenmediği bir tavırdır:
Ki onlar, ufak tefek günahlar dışında, günahın büyük olanından ve çirkin utanmazlıklardan kaçınırlar. Şüphesiz senin Rabbin, mağfireti geniş olandır. O, sizi daha iyi bilendir; hem sizi topraktan inşa ettiği (yarattığı) ve siz daha annelerinizin karnında cenin halinde bulunduğunuz zaman da. Öyleyse kendinizi temize çıkarıp-durmayın. O, sakınanı daha iyi bilendir. (Necm Suresi, 32)
Kendini temize çıkarma endişesinin altında yatan neden, insanın diğer insanlar arasında kendini hatasız ve kusursuz göstererek yüceltmek istemesinden kaynaklanır. Halbuki bunu yapan, değil üstün bir konuma gelmek, tam tersine hem Allah Katında hem de müminlerin gözünde alçalır, küçük düşer. Açıkça olmasa da bir anlamda ilahlık iddiasında bulunduğu için halis müminlerin kalbine sıkıntı ve rahatsızlık verir. Müminleri kandırıp onların gözünde değer ve üstünlük kazandığını sanırken, acınan ve idare edilen bir kimse olduğunu fark edemez. Bir süre sonra kusursuz olduğuna gerçekten kendisi de inanmaya başlar ve günden güne daha küçük düşürücü bir tavır içerisine girer.
Nefsini temize çıkaran kimse kendini günahsız gördüğünden Allah'tan bağışlanma dilemeye, Allah'a yalvarıp af dilemeye gerek duymaz. Büyüklenen, müstağniyetten azıp adeta kendini ilahlaştırmış bir kimse haline gelir. Kendi felaketini hazırlar.
Samimi bir mümin ise aczinin, kusurunun bilincindedir, bu yüzden sürekli olarak Allah'tan bağışlanma diler. Allah'ın rahmetini ve rızasını umar. Bu durumda Allah da onun kusurlarını örter, günahlarını bağışlar, gerçek manada temizleyip arındırır, üstün bir konuma getirir.
Kendilerini (övgüyle) temize çıkaranları görmedin mi? Hayır;  Allah, dilediğini temizleyip yüceltir. Onlar, 'bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar' bile haksızlığa uğratılmazlar. (Nisa Suresi, 49)

Sevilen Şeylerden İnfak Etmek

Samimi ve ihlaslı bir şekilde, Allah'ın rızası dışında hiçbir amaç ya da karşılık gözetmeden infak etmek imanın göstergesidir. İnfak eden müminler pek çok ayette övülmüş ve müjdelenmişlerdir. Ancak Al-i İmran Suresi'nin 92. ayetinde infak etme konusunda çok ince ve önemli bir ölçü verilmiştir: "İyiliğe erebilmek için sevdiği şeylerden infak etmek". Ayette şöyle buyrulmaktadır:
Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir. (Al-i İmran Suresi, 92)
İnsanın bir kişiye ya da bir şeye verdiği değer, onu elde etmek için feda ettiği şeyin büyüklüğüyle orantılıdır. Eğer bazı şeyleri feda edemiyorsa, o şeyler onun için daha kıymetli demektir. Hiçbir şey Allah'ın rızası ve rahmetinden daha değerli olamayacağı için gerçek bir mümin bunları elde etmek için sahip olduğu herşeyi bir anda gözden çıkarabilir. Böyle davranmadığı takdirde sevgi ve bağlılık duyduğu dünyevi birtakım şeyleri Allah'ın hoşnutluğunun üzerinde tuttuğu ortaya çıkar. Bu durumda da ayetin belirttiği gibi asla iyiliğe erişemez.
leopar
Bir insan çok fazla infakta bulunuyor, büyük hizmetler yapıyor, sürekli ibadet ediyor olabilir. Dini bilgisi de çok fazla olabilir. Ancak durum gerektirdiği zaman sevdiği bir şeyden kopamıyor, Allah yolunda onu infak edemiyorsa, bu imani bir zaaf ve çok büyük bir eksikliktir. Çünkü o şeyi Allah'ın rızasına tercih etmiş olur. Ameli ne olursa olsun bu kişi, işin özünü kavrayamamış, önceden iyi şeyler yaptığını sanırken yaptıkları boşa gitmiştir.
Sevginin yalnızca Allah'a yöneltilmesi, sevilen diğer şeylerin, diğer insanların ise ancak Allah'ın tecellisi olarak, Allah da onları sevdiği için, Allah'ın rızasını kazanmak için sevilmeleri gerektiğini önceki bölümlerde belirtmiştik. Allah Katında tek makbul olan sevgi şekli budur. Böyle olunca insan zaten sevdiği ve sahip olduğu şeyleri her zaman ve hiç tereddüt etmeden, seve seve feda eder. Sevgisi Allah için olduğundan kaybettiği bir şey yoktur. Zira Allah her tarafı sarıp kuşatmıştır. Ona şah damarından daha yakındır. Bir şey kaybetmediği gibi, Allah'ın dilediği şekilde davrandığından Allah'ın daha büyük sevgi ve ikramına kavuşur. Elinden çıkana üzülmez, tersine daha çok sevinir. Gerçek mümin tavrı da budur.
Oysa kişi sevdiği şeyi ya da kimseyi Allah'tan bağımsız müstakil bir varlık olarak seviyorsa, onu Allah'a ortak koşmuş, put edinmiş olur. Bu şeyi infak etmesi gerekince, eğer herşeye rağmen Allah'ın emirlerine uyar, samimi olarak onu infak ederse Allah'ın dilemesiyle, cahilliği ve hevası nedeniyle içine düştüğü bu şirkten arınıp temizlenmiş olur. Sonuçta da iyiliğe erer, Allah'ın rahmetine kavuşur.

Beğenilmeyen Bir Şeyi İnfak Etmemek

Tüm ibadetlerde olduğu gibi, infak ederken de, bu ibadetin hikmetinin akılda tutulması çok önemlidir. İnfak müminler için manevi bir arınma ve temizlenme vesilesidir. İnsan sevdiği, değer verdiği şeyleri yalnızca Allah dilediği için, O'nun hoşnutluğunu kazanmak için seve seve gözden çıkarıyor, feda ediyorsa ancak o zaman yaptığı infak Allah Katında bir anlam ve değer kazanır. Mümin bu şekilde Allah'ın rahmet ve hoşnutluğunu dünyadaki hiçbir şeye değişmeyeceğini, bu uğurda herşeyi feda edebileceğini kanıtlamış olur. Mümin bu şekilde davranarak Allah'ın rızasını ve rahmetini kazanmaya mecburdur ve muhtaçtır. Allah herşeyden münezzehtir. Bu konuyla ilgili bir ayette şöyle buyrulur:
Ey iman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır. (Bakara Suresi, 267)
İnfak olarak, hoşlanmadığı, zaten başından savmak istediği hatta hakir gördüğü şeyleri vermeye kalkışmak görüldüğü gibi ayette de menedilmiştir. Görünürde infak etmiş olmak maksadıyla böyle bir hareket yapmak kişiye Allah Katında bir şey kazandırmaz. Bu yüzden mümin yukarıdaki ayette bildirilen ve Kuran'ın genel ruhuna aykırı olan bu hatadan titizlikle sakınmalıdır.

Cimrilik Yapmamak, Malı Yığıp Biriktirmemek

kediler
Kuran ahlakından uzak toplumlarda yaygın olan yanlış bir infak anlayışı vardır. Bu anlayışa göre vicdan rahatlatmak için kişi malından az bir şey verir. Böylece de büyük bir dini vecibeyi yerine getirmenin huzuru içinde malının geri kalan büyük bölümünü elinde tutar. Halbuki, Kuran'da bu tavrın yanlışlığına açıkça dikkat çekilmektedir. Ayetlerde şöyle buyrulur:
Şimdi, o yüz çevireni gördün mü? Azıcık verdi ve gerisini kaya gibi sımsıkı elinde tuttu. (Necm Suresi, 33-34)
Allah'ın Kuran'da belirttiği infak ibadeti ise tamamen farklıdır. Kuran'a göre infak etmedeki ölçü, "... ihtiyaçtan arta kalan"dır. (Bakara Suresi, 219) Bu, Allah'ın herkese farz kıldığı bir hükümdür. Ayet şöyledir:
... Ve sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: "İhtiyaçtan artakalanı." Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz. (Bakara Suresi, 219)
Bu hükme riayet etmeyenin kaybı sadece az ecir almak değildir; bu kişi aynı zamanda da Allah'ın beğenmediği bir davranışı yapmakla ahireti açısından büyük bir sorumluluk altına girmektedir. Zira ihtiyaçtan fazlasını elinde tutan bir kimse Allah'ın kesin bir hükmünü ısrarla yerine getirmemektedir. Cimrilik yapmakta ve gerçekte tümü Allah'a ait olan ve Allah'ın kendisini denemek için verdiği ve infak etmesini bildirdiği mala haksız olarak sahip çıkıp kendisine saklamaktadır. Allah gerçekte inkarcılara özgü olan bu davranışı gösteren insanları Kuran'da şöyle tarif etmektedir:
Onlar, cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder (önerir)ler. Allah'ın fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz o kafirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 37)
Kendisinden isterler korkusuyla Allah'ın verdiği malı ve nimetleri gizleyen kimselerin ahiretteki acı akıbetleri Kuran ayetlerinde şöyle anlatılmıştır:
Ey iman edenler, gerçek şu ki, (Yahudi) bilginlerinden ve (Hristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) "İşte bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın" (denilecek). (Tevbe Suresi, 34-35)
Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor. Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır. "Hutame"nin ne olduğunu sana bildiren nedir? Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. (Hümeze Suresi, 2-6)
kopekler
Müminin elbette bu ayetlerde tarif edilen ölçüde bir cimrilik yapması ya da mal yığıp biriktirmesi söz konusu olamaz. Ancak dikkat etmesi gereken, çok az bir miktarda da olsa ayetlerde kınanan tutuma meyletmektir. Bir kişi malının çok büyük bir kısmını infak etmiş olabilir. Fakat ihtiyacından fazla olan çok az bir kısmını kendine ayırmakta ya da ilerisi için saklamakta bir sakınca görmüyorsa, yukarıdaki ayetlerde tarif edilen zihniyete meyletmiş olur. Çünkü cimrilik ve malı yığıp biriktirmenin ardında yatan temel sebepler, gelecek endişesi, fakirlik korkusu, dünyayı ahiretten ön planda tutma gibi endişelerdir. Bu endişelerin sebebi de Allah'a karşı duyulan güvendeki eksiklik, tevekkülsüzlüktür. Tevekkülsüzlük de imani zayıflıktan kaynaklanan önemli bir sorundur. Görüldüğü gibi çok küçük, önemsiz görünen bir zaafın altında çok önemli eksiklikler yatabilmektedir. Allah'ın diğer sınırlarını korumadaki zaaflar gibi, infak konusundaki bu zaaf da kişinin gerçek imani durumunu, ihlas ve samimiyet derecesini gözler önüne sermektedir. Halis bir müminin küçük çıkarlara tamah ederek dünyada ve ahirette büyük bir kayba uğramaktan çekinip korkarak, Allah'ın bu hükmünü titizlikle yerine getirmesi gerekmektedir.

İsraf Etmemek

Allah'ın verdiği nimetin değerini takdir edememek, verilen nimetleri kullanırken veya sarf ederken bilinçsizce hareket etmek israfa neden olur. Allah insanları bu konuda şöyle uyarmaktadır:
... İsraf ederek saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür. (İsra Suresi, 26-27)
Nimetin değerini bilmemek, hakkını vermemek, Allah'ın lütuf ve ikramına karşı nankörlük etmek olur. Ayette belirtildiği gibi nankörlük, şeytanın temel vasfı olduğundan, israf ederek nankörlük yapanlar da şeytana uymuş olur, onun kardeşinden farksız olurlar. Nimetin, insanın şükrünü daha da arttırması gerekirken, onu olur olmaz yerlere ziyan etmek, nimeti veren Allah'ı takdir edememek demektir. Bunun ahiretteki karşılığı da Allah'ın cennetinden, rahmetinden ve nimetlerinden uzak kalmak demektir.
Cennet Allah'ın sonsuz nimetleriyle donatılmış ihtişam dolu bir yerdir. Ancak, daha bu dünyadaki nimetlere duyarsız kalan, kıymetini bilmeyen, Allah'a gereği gibi şükredemeyen bir kimsenin cennet nimetlerini hakkıyla takdir edip Allah'ı yüceltmesi de mümkün değildir. Cenneti hak edebilmek için öncelikle dünya hayatında bu üstün ahlakı kazanabilmek gerekmektedir. Açıkça görülen bir sefahat ortamı olmasa bile, ufak tefek şeylerde israf yapmak, nimeti hor kullanmak, ziyan olmasına, zarar görmesine sebep olmak, bildiği halde baştan zararı engelleyici tedbirleri almamak gibi hareketler de yine nimete nankörlük kapsamına girer. Müminin en çok, bu tür dikkatten kaçabilecek israflara karşı titiz olması ve Allah'a nankörlük, saygısızlık yapmaktan çok korkması gerekir.
Allah sınırsız nimetinden müminlerin en güzel şekilde istifade etmelerini ister; ancak israf etmemek kaydıyla...
Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. (Araf Suresi, 31)

Gösteriş İçin İnfak Etmemek

İnfak etme konusunda Allah'ın hoşnut olmayacağı bir tavır da bu ibadete gösterişin karışmasıdır. Gösteriş amacıyla infak etmek inkar edenlere özgü bir davranıştır:
Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler,  Allah'a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o. (Nisa Suresi, 38)
Ancak yine mümin de kendini böyle bir hatadan müstağni görmemeli, infak ederken bilinçaltında da olsa, niyetine, saf Allah rızası dışında amaçların, beklentilerin karışmamasına dikkat etmelidir. "İnfak etmedi, az verdi demesinler", "kınamasınlar","canını malını satmış, takva sahibi desinler", "en çok infak eden desinler", "çok üstün bir imana sahip desinler", "daha çok itibar etsinler, sevgi ve saygı göstersinler", "makam, mevki, imkan versinler" gibi şeytani telkinlerin, fark etmeden niyetine karışıp amelini şirke dönüştürmesine, ahiretini tehlikeye sokmasına asla fırsat vermemelidir.

Boş Konuşmamak

Boş konuşma, içinde Allah'ın anılmadığı, Allah'ın rızasının gözetilmediği, insanın ahiretine bir fayda sağlamayan konuşmalara denir. Hiçbir faydası olmadığı ve ruha da sıkıntı verdiği halde cahiliye insanı, vaktinin büyük bir kısmını boş konuşmalar ile geçirir. İnsanları biraraya geldiklerinde boş konuşmalarla oyalamak, şeytanın en büyük hilelerinden biridir. Bu yöntemle şeytan, insanları Allah'ı anmaktan alıkoymak, Allah'ın etrafta Kendi varlığının delilleri olarak yarattığı sayısız ayet ve mucizeyi görmelerini, tefekkür etmelerini, yaratılış amaçlarını düşünmelerini engellemek ve ahiret için kullanmaları gereken değerli zamanlarını boşa harcatmak ister.
Şeytan insanları, sosyal sınıflarına, kültür ve zeka seviyelerine göre, onlara nefs ve hevalarına en çok hitap eden konuları telkin ederek, sürekli boş konuşmalara sevk eder. Örneğin oldukça alt bir kültür seviyesine sahip olan insanlar arasında daha çok, kendi terimleriyle, "maç muhabbeti", "delikanlılık muhabbeti", "çocuk, yemek, ev muhabbeti" adını verdikleri konular rağbet görür. İş dünyasını kapsayan diğer bir kesimde de gerekli gereksiz her türlü ticari, ekonomik konu, borsa, faiz gibi konular insanların günlük hayatlarının tamamını meşgul eder. Kendini aydın, entelektüel, kültürlü olarak göstermek isteyen bir grup da kendi aralarında, çeşitli siyasi ve sosyal konularda, bugüne kadar hiçbir somut faydası görülmemiş tartışma ve konuşmalarla zamanlarını boşa harcarlar. Çok önemli sorunları çözdüklerini sanırlar. Çoğu zaman televizyonlardaki açık oturumlarda saatlerce, hiçbir zaman çözüme varamayacaklarını, bunların bir işe yaramadığını bildikleri halde, sırf kendilerini göstermek, toplumu ve çevresini düşünen, problem çözücü kişi imajı vermek çabasıyla tartışırlar. Üste çıkmaya, öne geçmeye çalışarak çeşitli komplekslerini tatmin etmeye uğraşırlar. Kimi zaman konu din olduğunda da, bazıları, bu boş ve amaçsız konuşma ortamını dine saldırma, kin ve nefretlerini ortaya koymak için fırsat bilirler. Allah ayetinde bu insanların tavırlarından şöyle bahseder:
İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün 'boş ve amaçsız olanını' satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. (Lokman Suresi, 6)
Boş konuşma nasıl inkarcıların belirleyici özelliğiyse, boş konuşmalara itibar etmemek, bundan rahatsız olmak da müminlerin özelliğidir.
Ki onlar, yalan şahitlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir. (Furkan Suresi, 72)
'Boş ve yararsız olan sözü' işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz" derler. (Kasas Suresi, 55)
Şeytan, her türlü sapkın konuda olduğu gibi, bu Kuran dışı cahiliye alışkanlığını da meşru kılıflar altında müminlerin yaşamına sokmak için çalışacak, müminlerin boş bulundukları anı kollayacaktır. Bu yüzden mümin her zaman uyanık olmalı, bu tür ortamlarla karşılaştığında kendini kaptırmadığı gibi, derhal müdahale ederek Allah'ın anıldığı bir ortam sağlamalıdır. Mümin, inkarcıların, cahillik, akılsızlık, boş konuşma gibi, küçük ve basit olmanın göstergesi olan alışkanlıklarını ve ahlak özelliklerini hiçbir zaman kendine yakıştırmamalıdır.
Cennette, müminin ruhunu sıkan her türlü azap gibi, boş konuşmanın da olmaması çok büyük bir nimettir:
Adn cennetleri (onlarındır) ki, Rahman (olan Allah, onu) Kendi kullarına gaybtan vadetmiştir. Şüphesiz O'nun vaadi yerine gelecektir. Onda 'boş bir söz' işitmezler; sadece selam(ı işitirler). Sabah akşam, onların rızıkları orda (bulunmakta)dır. (Meryem Suresi, 61-62)

Boş Şeylerden Yüz Çevirmek

Müminler boş ve amaçsız konuşmalara itibar etmedikleri gibi, ahiretleri için bir yarar sağlamayacak, hatta onlara zarar verecek boş işlerle de vakit kaybetmezler. Müminlerin bu vasfı ayette şöyle tanımlanmıştır:
Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir. (Müminun Suresi, 3)
Allah'ın rızasına yönelik olmayan her iş Kuran'da belirtilen bu boş şeylerin kapsamına girer. İnsan Kuran'da emredilen çok önemli bir ibadeti bile, Allah'ın rızası dışında, alışkanlık olduğu için veya o anda kolayına geldiği için veya öncelikli fakat nefsine ağır gelen başka bir işten kaçmak için veya herkes yapıyor diye yaparsa yaptığı iş boşa gidebilir. (En doğrusunu Allah bilir)
Müminlerin Kuran'da belirlenmiş ve günlük hayatlarında yapmaları farz olan çeşitli ibadetler vardır. Bunların dışında mümin zamanını İslam'a en faydalı olacağı, Allah'ın rızasını en fazla kazanacağı işlerle geçirmeli, bu işlerden en yüksek verimi alacak şekilde kendini geliştirmelidir.
Yapılan işlerdeki öncelik ve aciliyet sırası da çok önemlidir. Belli zamanlarda yapılması gerekli olan işleri başka zamanda yapmaya kalkışmak emek ve zaman kaybına yol açabilir. Çünkü o anda yapılması çok daha zaruri ve öncelikli işler olabilir. Tüm bu nedenlerle, mümin, cahiliyenin hayatı boyunca kendini kaptırdığı boş işlerle ilgilenmemeyi yeterli görmemeli, yaptığı salih amellere nefsinin karışmamasına, her zaman Allah rızasının daha çok olduğu bir işi daha az olan birine tercih etmeye özen göstermelidir. (Bkz. "Bir işten boşaldığında başka bir işle uğraşmak" bölümü )

Namazda Huşu İçinde Olmak

Hergün düzenli olarak yapılması farz olan, vakitleri belli ibadetler vardır. Ancak bu ibadetleri sürekli olarak yerine getiriyor olmak müminlerde hiçbir zaman için düşünülmeden sadece alışkanlıkla yerine getirilen uygulamalara dönüşmez. Tam tersine bu ibadeti Allah için yaptığını bilmek mümine her seferinde yeni bir heyecan ve yeni bir şevk vermelidir. 5 vakit namaz da bu şekilde sürekli olarak uygulanan ibadetlerdendir. Kuran'da, müminlerin namazlarında huşu içinde oldukları bildirilmiştir:
Müminler gerçekten felah bulmuştur. Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır. (Müminun Suresi, 1-2)
Huşu, Allah'a karşı duyulan "saygı dolu bir korku" anlamına gelir. İnsanın namazda içerisinde bulunması gereken ruh hali de budur. Bilinçsizce, düşünmeden, samimiyetle Allah'a yönelmeden yapılan ibadetlerin, süresi ve zorluğu ne olursa olsun, Allah Katında herhangi bir değeri olmayabilir. İnsanın yaptığı ibadet onun Allah'a olan yakınlığını, takvasını artırıyor, tefekkür ve maneviyatını geliştiriyor, ahlakını güzelleştiriyor ve bu kişiyi kötülüklerden alıkoyuyorsa o zaman bu ibadetten Allah'ın hoşnut olması umulabilir.
Yalnızca ahiret yurdunu arayan, dünyanın gerçek mahiyetini kavramış akıllı bir mümin, sonsuz azaptan kurtulmak ve cennette daha üstün derecelere ulaşabilmek için yaptığı her işi sonsuz hayatına etki edecek birer vesile olarak görür. Eline geçen, karşısına çıkan ecir fırsatlarını kaçırmaz. Bu fırsatları en bilinçli şekilde değerlendirir. Bunun sonucu olarak da ayette belirtilen felaha kavuşur.
meyveler

Kuran Okunduğu Zaman Susup Dinlemek

Kuran okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki esirgenmiş olursunuz. (Araf Suresi, 204)
Ayetteki kesin ifadeden de anlaşılacağı gibi Kuran okunurken susup dinlemek, yalnızca güzel bir davranış şekli değil, aynı zamanda da Allah'ın farz kıldığı bir tavırdır. Ayetin devamındaki ifadeden de bu emre titizlik göstermenin müminlerin esirgenmesine vesile olacağı anlaşılmaktadır.
Kuran Allah'ın sözüdür. Bu nedenle, Allah'ın Zatına gösterilmesi gereken haşyet dolu saygının aynı şekilde Allah'ın sözüne karşı da gösterilmesi gerekir. Bu saygının ilk aşaması ise Allah'ın sözünü işittiğinde, susup o söze kulak vermektir. Kuran'a, Arapça olsun, Türkçe meali olsun ya da farklı bir dilde okunduğunda aynı saygının gösterilmesi şarttır.
Herkesin farklı işlerle uğraştığı bir ortamda haber vermeden Allah'ın ayetlerini okumak, insanların dalgınlıkla istemeden bu ayetin hükmüne girmesine sebep olabilir. Bu nedenle, gerekli saygı ortamını sağlamadan Allah'ın kelamını okumak uygun bir tavır olmaz.
Bazı cahil ve mutaassıp çevrelerde, herkes başka işlerle uğraşırken ve kimse dinlemediği halde arka planda, kasetten ya da radyodan sürekli Kuran okunması önemli bir ibadet ve takva alameti olarak görülür. Oysaki Kuran saygıyla, her kelimesi can kulağıyla dinlenilmesi, akılda tutulması, üzerinde düşünülüp öğüt alınması ve uyulması gereken "üstün ve şerefli" bir sözdür.

Kuran Okurken Şeytandan Allah'a Sığınmak

Allah, bir deneme vasıtası olması için şeytanı, insanların zihinlerine gizlice telkin verebilecek özellikte yaratmıştır. Bu telkinin etkisi de insanların iman derecelerine göre değişir. Şeytanın inkar edenlere karşı her istediğini yaptırabilecek bir gücü varken, ihlaslı müminlerin imanına zarar verebilecek hiçbir gücü ve etkisi yoktur. (Hicr Suresi, 39-40) Ancak, her ne kadar Allah'ın halis kullarını saptırma gücü olmasa da onların dikkatlerini dağıtma, unutkanlık verme, konsantrasyonlarını bozma gibi rahatsızlıklar vermeye çalışabilir. Hiç şüphesiz şeytanın etkisiyle hareket eden kişiler sözleri, konuşmaları, tavır ve hareketleriyle müminleri rahatsız ederler. Bunun gibi, şeytan da aynı rahatsızlığı kendi görünmez boyutundan vermeye çalışır. Bu şekilde zihinleri meşgul edip, dikkatleri dağıtarak müminlerin yaptığı hayırlı işleri engellemeyi amaçlar.
Şeytanın bahsettiğimiz bu yöntemle ulaşmayı istediği konulardan birisi, müminin Allah'ın sözlerini içeren Kuran'ı okuyup anlaması ve ondan en güzel şekilde istifade etmesini engellemeye çalışmaktır. Çünkü müminler Kuran'la en doğru yola iletilirler, şeytanın yegane amacı ise müminlerin doğru yoldan şaşırıp sapmalarıdır. Bu nedenle, onların Kuran'ı anlayamamalarını, yanlış anlamalarını, hatta mümkünse Kuran'dan uzaklaşıp onu terk etmelerini arzu eder.
Allah şeytanın bu çabasına karşılık olarak müminin Kendisine sığınmasını bildirmiş ve bunu bir hüküm olarak müminlere farz kılmıştır:
Öyleyse Kuran okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. (Nahl Suresi, 98)
Allah'a inanıp, O'na güvenerek, böyle davrananlara şeytanın hiçbir zarar veremeyeceği bir sonraki ayette şöyle haber verilmektedir:
Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur. (Nahl Suresi, 99)

Kıskançlık Ve Hasetten Kaçınmak

İnsan iman etmekle diğer insanlardan çok daha üstün bir tavır içerisine girer. Fakat bu, onun imtihanının sona erdiği anlamına gelmez. Mümin de tüm insanlar gibi bir nefse sahiptir.
Allah, imtihan ortamının bir gereği olarak, nefse fücurunu (kötü huylarını) ve ondan sakınmayı ilham ettiğini Kuran'da belirtmiştir. (Şems Suresi, 8) Kıskançlık, haset gibi negatif ahlak özellikleri de bu "fücurlar" arasında yer alır ve bütün insanların nefslerinde vardır:
... Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 128)
Kıskançlık, başkasında olan bir şeyin kendisinde olmamasından, başkasının başardığı bir işi kendisinin başaramamasından, başkasının aldığı takdir ve övgüyü kendisinin almamasından ve buna benzer durumlardan kaynaklanan olumsuz bir duygudur. Mal, mülk, güzellik, zenginlik, dünyevi ya da uhrevi makamlar ve bunlara benzer Allah'ın kulları arasında dağıtmakta olduğu her türlü maddi ve manevi nimet kıskançlık nedeni olabilir.
Yoksa onlar, Allah'ın Kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? Doğrusu Biz, İbrahim ailesine Kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk de verdik. (Nisa Suresi, 54)
Müminler, nefislerine imtihan maksadıyla ilham olunan bu tür kötü huylardan sakınmak için sürekli mücadele eder, nefislerini arındırıp temizlerler. Mümin, kıskançlık hissine sebep olacak her türlü olay karşısında Kuran'a uygun bir tutum ve davranış sergiler. Yani, herşeyin Allah'a ait olduğunu, herşeyin Allah'ın dilemesi ile gerçekleştiğini, Allah'ın dilediğini seçtiğini, dilediğine dilediği nimeti verdiğini, seçimin ve kararın yalnızca O'na ait olduğunu bilir. Rabbimiz'in herşeyi en güzel ve en hayırlı şekilde yarattığını, dünyada verilen her türlü nimetin insanlar için bir deneme vesilesi olduğunu, varılacak gerçek yurdun ahiret olduğunu, Allah Katında değer ölçüsünün takva ile olduğunu kalbine yerleştirmiş bir biçimde hareket eder.
ördek ve kaz
Kıskançlık, kibir ve enaniyet, nefse ilahlık vermenin doğal bir sonucudur. Bu yüzden şeytanın en karakteristik özelliğidir. İblis'in, Allah'a isyan edip inkarcılardan olmasının altında yatan sebep de, enaniyeti yüzünden Hz. Adem'in üstünlüğünü kıskanmasıdır.
Şeytanın bu vasfı, onun izinden giden müşrikler ve münafıklar üzerinde de çok yoğun bir şekilde tecelli eder. Kıskançlık müşriklerde günden güne artarak daha ileri bir safha olan hasete dönüşür. Bütün hareket ve davranışlarına nüfuz eder. Şeytanın insanlar arasındaki temsilcisi haline gelir. Bu yüzden Allah hasetçilerin kötülüklerinden korunmaları için müminlerin Kendisi'ne sığınmalarını bildirmiştir:
De ki: "Sabahın Rabbine sığınırım..." (Felak Suresi, 1)
Hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden. (Felak Suresi, 5)

Selam Verildiğinde Aynısıyla Veya Daha Fazlasıyla Karşılık Vermek

Selam vermek müminlerin birbirlerine en güzel dilek ve temennilerini sunma şekillerinden biridir. Cennete girerken müminler selamla karşılanırlar, cennette de birbirleriyle selamlaşırlar. Selam verilen bir kişinin o selama daha güzeliyle veya en azından aynısıyla karşılık vermesi farzdır:
Bir selamla selamlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selam verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah herşeyin hesabını tam olarak yapandır. (Nisa Suresi, 86)
Cahiliyenin kötü ahlak modelinde, verilen bir selamı almamak, duymazdan gelmek gibi tavırlar karşı tarafa bir üstünlük gösterisi olarak yapılır. Sosyal statü olarak kendinden daha küçük gördüğü kimseleri ezmek, haddini bildirmek gibi çirkin niyetlerle bu tarz davranışlara sık sık başvurulur. İslam'da ise müminler arasında bu tarz bir üstünlük anlayışı, değerlendirme modeli kesinlikle yoktur. Konumu ne olursa olsun, kendisine verilen bir selamı almak her mümin için Kuran'da bildirilen bir emirdir.

Evlere Girildiğinde Selam Vermek

Kuran'da, hayatın her anında, en küçüğünden en büyüğüne kadar her olayda Allah ile kesintisiz bir bağlantı içerisinde olmaya ve sürekli olarak ahireti anmaya yönelik bir iman anlayışı tarif edilir. Yine Kuran'da, peygamberlerden örnek verilirken birçok yerde onların her durumda Allah'a yönelip dönen ve ahiret yurdunu anan önder kimseler olduklarından bahsedilir. Önemli, olağandışı olaylarda Allah'ı ve ahireti hatırlayıp da, günlük hayatta her gün karşılaşılan olaylarda gaflet içinde bulunmak gibi bir anlayış Kuran'ın ruhuna tamamen aykırıdır. Müminin her anı, içinde bulunduğu her durum, yaptığı her iş, yaşadığı her olay, onun Allah'a yakınlaşması, ahlakını güzelleştirmesi, ecrini arttırması için verilmiş bir fırsattır. Kuran'da müminin hayatının her anında bunu nasıl gerçekleştirebileceğine dair pek çok örnek verilmiştir. İşte bunlardan biri de müminlerin evlere girerken selam vererek güzel ahlak göstermesidir:
... Evlere girdiğiniz vakit, Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize selam verin. İşte Allah, size ayetleri böyle açıklar, umulur ki aklınızı kullanırsınız. (Nur Suresi, 61)
Ayetin ifadesiyle akıl kullanılır ve bu sözün anlamı tefekkür edilirse verilen selamla şunlar gerçekleşmiş olur: En önemlisi Allah'ın ayetle farz kıldığı bir hüküm yerine getirilmiş olur. Bununla birlikte Allah'ın barış ve esenlik veren anlamındaki "Selam" ismi anılır. Müminler böyle bir vesileyle sık sık birbirlerine en güzel dilekte bulunup karşılıklı sevgi ve bağlılıklarını pekiştirirler. Birlikte Allah'ı anmış olurlar ve bir cennet tavrı olan selamlaşmayla ahirete duydukları özlemi ifade ederler. Selam sözü, aralarındaki güvenilirlik ve esenliğin de bir ifadesi olur.

Yabancı Evlere İzinsiz Girmemek

Kuran'da müminlerin haklarını koruyacak, maddi ve manevi rahatlarını, huzurlarını sağlayacak, onların taciz ve tedirgin olmalarını önleyecek her türlü tedbir alınmıştır. Örneğin tanımadığı birinin evine, ne niyetle olursa olsun izinsiz ve habersiz girmek Kuran'da kesinlikle yasaklanan bir tavırdır:
Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere, yakınlık kurup (izin almadan) ve (ev halkına) selam vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır; umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz. (Nur Suresi, 27)
Kötü bir niyetle olmasa dahi ayette belirtilenin aksine davranmak, şaibeye ve güvensizliğe neden olabilecek, ev sahibinin can, mal, namus gibi değerlerine karşı tehlike oluşturulabilecek bir hareket tarzı olur.

Şükretmek

Şükretmek, verilen her türlü nimetten ötürü, dille ve kalple Allah'a olan minnet ve teşekkürünü ifade etmek, bu nimetleri Kuran'da belirtildiği şekilde kullanarak hakkını vermek demektir.
Kalben ve dille olmasının yanı sıra şükrün fiilen yapılması da çok önemlidir. Bu da, verilen nimeti Allah yolunda, Allah'ın rızasının en fazla olduğu yönde değerlendirmekle olur. İnsan mal, mülk, zenginlik, makam, mevki, itibar, zeka, sağlık, kuvvet gibi nimetleri Allah yolunda, Allah'ın emrettiği biçimde kullanmazsa verilen nimetin şükrünü hakkıyla yapamamış olur.
Bu yüzden, şükretmek Kuran'ın pek çok ayetinde tekrarlanan ve müminlerin çok titizlikle korumaları gereken bir ibadettir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Hayır, artık (yalnızca) Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol. (Zümer Suresi, 66)
Öyleyse Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal (ve) temiz olanlarını yiyin; eğer O'na kulluk ediyorsanız Allah'ın nimetine şükredin. (Nahl Suresi, 114)
Şükretmekle mümin, Allah'ın sevgisini ve hoşnutluğunu kazanır, O'na daha fazla yakınlaşır. Sebeplere, vasıtalara takılmaz, sahip olduğu herşeyi yalnızca Allah'tan bilir ve şirkten uzaklaşır. Bu şekilde, verilen nimetin maddi lezzetinden kat kat daha fazla olan manevi bir lezzeti tadar. Verilen bu nimetler vesilesiyle Allah'ı yüceltir.
zebra
Bu dünyada verilen tüm nimetler şükrü veya nankörlüğü ortaya çıkarmak için yaratılmış birer imtihan aracıdır. Bu önemli gerçek Hz. Süleyman'ın dilinden Kuran'da şöyle haber verilmektedir:
Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: "Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim." Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır. (Neml Suresi, 40)
Yine Hz. Süleyman'ın Kuran'da geçen ifadelerinden şükredebilmenin bile Allah'ın çok büyük bir nimeti olduğunu ve ancak Allah'ın lütfu ve dilemesiyle insanın şükredebileceğini anlıyoruz. Çok büyük bir batıni sırrı da içeren, Hz. Süleyman'ın şükretme ile ilgili duası ayette şöyle bildirilir:
(Süleyman) Bu sözü üzerine tebessüm edip güldü ve dedi ki: "Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat." (Neml Suresi, 19)
Şükretmenin de, iman ve tüm salih ameller için olduğu gibi, Allah'ın ilhamıyla olduğu ayette açıkça belirtilmiştir.
Vicdanlı bir insan etrafına baktığı zaman dört bir yandan Allah'ın nimetleriyle kuşatılmış olduğunu, bunların hiçbirisine kendisinin güç yetiremeyeceğini, yalnızca Allah'ın dilemesiyle bu nimetlere kavuşabildiğini fark eder. İnsanın kendisine ait sandığı bedeni, aklı, zekası, duyguları, sağlığı ve kuvveti bile bu nimetlerin yalnızca birer parçasıdırlar.
Bu yüzden şükretmek yalnızca belli zamanlarda, büyük bir kazanç ya da fayda elde edildiğinde veya güzel bir yemek yendiğinde ya da kötü bir olay sağ salim atlatıldığında sadece dil ucuyla, "Elhamdülillah, Allah'a çok şükür" demek değildir. Şükür her an tüm kalbiyle yaşanması gereken bir ruh halidir. Çünkü Allah'ın nimetleri saymakla, hatta, ayette geçen ifadeyle, genelleme yapılarak bile bitirilemez:
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)
Allah'ın nimetlerine şükretmemek ya da az şükretmek nankörlüktür. Bu ise şeytanın insanlara karşı kurduğu çok büyük bir tuzaktır. Şeytan her zaman, insanları şükretmekten alıkoymak ister. Bu saptırması ayetlerde şeytanın kendi ağzından şöyle haber verilir:
Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka Senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (Araf Suresi, 16-17)
Görüldüğü gibi şeytanın bütün çabaları tek bir ana hedef etrafında toplanmaktadır; insanların şükretmelerine engel olmak. Bu konuda çoğu kimseler üzerinde etkili de olmuştur:
... Şüphesiz Allah, insanlara karşı büyük ihsan (Fazl) sahibidir, ancak onların çoğu şükretmezler. (Yunus Suresi, 60)
Şeytanın, özellikle şükretme konusunda insanlara yaklaşacağını ifade etmiş olması, bu ibadetin önemini de ortaya koymaktadır. Şüphesiz bu kadar önemli bir ibadeti terk ederek nankörlük yapmanın Allah Katındaki karşılığı da ona göre olacaktır:
Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 7)

Bağışlanma Dilemek

Bir ayette şöyle bildirilir:
Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61)
Ayette zulümleri nedeniyle insanların sorguya çekilmeleri halinde, yeryüzünde istisnasız tek bir canlının bile kalmayacağından bahsedilmektedir. Buna iman edenlerin de dahil olduğu çok açıktır. O halde hiçbir mümin kendini hatasız ve günahsız göremez.
İman edenler de, gün içinde bilerek ya da bilmeyerek pek çok hata yapabilirler. Aklının, imanının, şuurunun derecesine göre bu hata ve günahlar az ya da çok olabilir. Ancak hiç kimse kendini hata yapmaktan müstağni göremez. Kendini kusursuz ve mükemmel görmek başlı başına her türlü günaha kapı açan bir hata olur. Kuran'da bu tarz bir kusursuzluk iddiasının Firavunlara özgü bir anlayış olduğuna dikkat çekilmiştir.
Mümin, imanı ve buna bağlı olarak da aklı arttıkça kendini günahsız görmeye değil, tam tersine kendi hata ve günahlarını daha iyi fark etmeye başlar. İçinde bulunduğu durumu daha net kavradığı, Allah korkusu çok daha arttığı için, bir yandan hatalarını düzeltmeye, tekrarlamamaya çalışırken bir yandan da isteyerek ya da istemeyerek işlediği günahları için sürekli olarak bağışlanma diler. İşte şuurlu bir müminin göstermesi gereken davranış budur. Dahası, bağışlanma dilemek zaten tüm müminlere farz kılınmıştır:
Ve Rabbiniz'den bağışlanma dileyin; sonra O'na tevbe edin. O da sizi, adı konulmuş bir vakte kadar güzel bir meta (fayda) ile metalandırsın ve her ihsan sahibine Kendi ihsanını versin. Eğer yüz çevirirseniz gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım. (Hud Suresi, 3)
Bağışlanma dilemenin nimet verilmesine vesile olacağı da bu ayetten anlaşılmaktadır.
Kuran'ın pek çok ayetinde, peygamberlerin çeşitli vesilelerle Allah'tan bağışlanma dilediklerinden bahsedilir. O anda herhangi bir günah işlememiş olsa bile, Allah'ın azabını hatırladıklarında ya da Allah'ın bir imtihanıyla karşılaştıklarında peygamberlerin hemen Allah'tan bağışlanma dilediklerini görürüz. Bir ayette de Peygamberimiz (sav)'e insanların akın akın dine girdiklerini gördüğünde, Allah'ı hamd ile tesbih edip bağışlanma dilemesi bildirilir. Bir başka ayette ise cennete giren müminlerin övülen özellikleri arasında düzenli olarak bağışlanma dilemelerinden bahsedilmektedir:
Onlar, seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi. (Zariyat Suresi, 18)
Görüldüğü gibi bağışlanma dilemek için mutlaka o anda bir günah işlemiş olmak gerekmez. Bağışlanma dilemek, bir anlamda, müminin kulluğunu, Allah karşısındaki aczini, O'nun yardımı olmaksızın günahtan sakınmasının bile mümkün olmadığını dile getirmesidir. Bağışlanma dilemeye önem vermemenin altında aczinin, kusurunun, günahlarının farkında olmama gibi bir gaflet ve şuursuzluk hali yatar. Bunun doğal bir sonucu olarak insanın kalbi katılaşır ve zamanla kendi nefsini ilahlaştırıp şeytani bir enaniyet ve müstağniyet haline girer. Müstağniyet ise, Kuran'da haber verildiği üzere kişiyi azgınlaştırır, şeytanın askerlerinden biri haline getirir. (Yasin Suresi, 75)

Emanete Ve Ahitlere Riayet Etmek

Emanet denince bunu, yalnızca dar anlamıyla, verilen bir şeyi bir süre için saklama şeklinde anlamamalıdır. Üstlenilen her türlü görev ve sorumluluk kişinin üzerindeki bir emanettir. Bu görev gereği gibi yerine getirilmezse emanete ihanet edilmiş olur.
Kuran'da tarif edilen mümin, dürüst, emin ve sorumluluk sahibi bir insandır. Küçük hesaplar, küçük çıkarlar peşinde koşmaz. Bu nedenle, verilen bir ahdi yerine getirme veya üzerine aldığı bir emanete en güzel şekilde riayet etme konusunda kendisine tam bir güven duyulur. Müminlerin bu özelliğinden Kuran'daki birçok ayette övgüyle bahsedilir:
Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir. (Müminun Suresi, 8)
Onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyen) riayet edenlerdir. (Mearic Suresi, 32)
... Ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)
Ahit verme ve emanet üstlenme konusunda kişinin, kaldıramayacağını bildiği bir yükün altına girmesi doğru olmaz. Çünkü verilen ahdi tutmamak, emanete ihanet etmek, Allah Katında hesabı sorulacak olan sorumluluklardır.
... Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur. (İsra Suresi, 34)
Ey iman edenler, Allah'a ve resulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin. (Enfal Suresi, 27)
zürafa
Yalnız burada önemli olan nokta, kişinin yapabileceği konularda, başaramama korkusu, tembellik ve benzeri nedenlerle sorumluluk almaktan kaçmamasıdır. Yapamayacağı şeyi üstlenmek gibi, yapabileceği hayırlı bir işten, sorumluluktan kaçınmak da kişiyi vebal altına sokar. Sorumluluk almak her zaman kişinin kendi seçimine bağlı değildir. Hele Allah'ın emri gibi kesin itaat gerektiren durumlarda müminin zaten kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur.
Allah yolunda mücadele edilirken herkese kendi tecrübesi, kabiliyeti doğrultusunda çeşitli görevler verilebilir. "Yapamam, ben bu sorumluluğun altından kalkamam" gibi mazeretlerin hiçbir meşru geçerliliği olamaz. Müminin kesin bir itaat, halis bir niyet ve samimi bir dua ile kendisine verilen sorumluluğu en mükemmel şekilde yerine getirememesi için hiçbir sebep yoktur.

Emaneti Ehline Teslim Etmek

Her insanın farklı yetenekleri, kendisini yetiştirdiği farklı yönleri vardır. Ayrıca herkesin imani derecesi, Allah korkusu ve takvası da farklıdır; bunlara bağlı olan sorumluluk duygusu, adalet anlayışı, olayları değerlendirme kabiliyeti de birbirinden farklıdır. Bu yüzden, her insanın yüklenebileceği sorumluluğun türü ve dozajı da değişik olur. Bir görevi hakkıyla, doğru ve eksiksiz olarak yerine getirebilecek bir kimse o işin "ehli" demektir. Sorumluluğun ehline teslim edilmesi ise Kuran'da bildirilen bir emirdir:
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
Emanetin ehline teslim edilmesi, İslam'ın temelindeki adalet kavramının çok önemli bir parçasıdır. Emanetlerin ehillerine verildiği, hükümlerin adaletle verildiği İslami bir toplumda kimse haksızlığa ve zulme uğramaz. Sistemin bütün çarkları kusursuz çalışır, maksimum fayda sağlanır.
Oysa cahiliyenin hükmettiği toplumlarda görev dağıtımları büyük ölçüde, eş, dost, akrabalık ve hatır ilişkilerine, karşılıklı menfaatlere göre ayarlanır. Üst düzey makam ve mevkilere bile o işten anlamayan, cahil, akılsız, kabiliyetsiz, ehliyetsiz kimseler getirilir. Adaletin, hakkaniyetin gözetilmesi gibi endişeler söz konusu bile olmaz. Sonuçta hiçbir alandaki hiçbir işten gereken verim alınamaz. Toplumun genel menfaatleri küçük çıkar çevrelerinin menfaatlerine tercih edilir ve büyük sosyal bunalımlar baş gösterir.
Kuran'ın ahlak sistemini benimseyen bir toplumda ise bu sorunlar yaşanmaz. Buna rağmen mümin her konuda adaleti gözetirken çok titiz olmalı, cahiliyenin ölçü aldığı değer yargılarını hiçbir hareketine, hiçbir kararına, hiçbir hükmüne, zerre kadar bulaştırmamaya, Kuran'a en ince noktasına kadar tabi olmaya özen göstermelidir.
Özellikle Allah yolunda fikri bir mücadele edilirken verilen bir görevi başarıyla yerine getirmenin, dinin çıkarları açısından son derece stratejik bir önemi vardır. Bu nedenle hatalı bir görev dağıtımı, ehil olmayanlara önemli sorumlulukların verilmesi ayetin hükmüyle çelişen bir hareket olur. İslam'a ve Müslümanlara zarar verir.

İş Hayatında, Gündelik Yaşamda Farklı Bir Karakter Göstermek

yavru_hayvanlar
Müminin dikkat etmesi gereken konulardan biri de, gündelik yaşamın karmaşası içinde kendini dünyevi olayların akışına kaptırarak gerçek amacını unutmamaktır. Müminin gerçek amacı, Allah'ın kulu olduğunun bilincinde olmak, Kuran'da bildirilen emir ve tavsiyeleri harfiyen yerine getirmektir. İnsan, ulaştığı imani yakınlığı sürekli tazelemek ve geliştirmek yönünde gayret göstermediği takdirde mevcut durumunu da koruyamaz. Maneviyatı hızla eksilmeye, imani duyarlılığı, aklı azalmaya başlar.
Kimileri için rahatlık ortamı, zorluk ortamına göre daha büyük bir imtihan vesilesidir. Zorluk ve çile zamanında akıl ve şuur açıldığı için Allah'la olan manevi bağlantıyı korumak bazılarına göre daha kolaydır. Ancak önemli olan bu bağlantıyı her türlü şartta korumaktır.
Allah yolunda, birçok güçlükleri aşmış, zorlu imtihanları atlatmış bir kimse bile, tefekkürünü, imandan kaynaklanan şevkini, heyecanını canlı tutmalı, gerçek amacını hatırdan çıkarmamalıdır. Aksi takdirde kişinin kalbi katılaşır, vicdanı duyarsız hale gelir, dolayısıyla içinde bulunduğu felaketin şuuruna varamaz, öğüt alamaz bir duruma gelir. Allah'ın dilemesi dışında, dönüşü olmayan bir yola girer. Körleşen kalbi artık ahireti göremediği için, bu geçici dünyaya yönelir. Dünya ve dünyanın geçici süsleri, sahte çekicilikleri ona Allah'tan, resulünden ve Allah yolunda mücadele etmekten daha sevimli gelmeye başlar. Allah böyle bir tehlikeye karşı müminleri Kuran'da şöyle uyarmıştır:
De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun resulünden ve O'nun yolunda cehd etmekten (çaba harcamaktan) daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez." (Tevbe Suresi, 24)
Mümin, fark etmeden dünya hayatına meyletme tehlikesine karşı son derece uyanık olmalıdır. Müminin, bu kadar uç noktalara varmasa da, zaman zaman gaflete kapılarak, Allah'ın rızasının olduğu bir işi terk edip nefsinin istekleri doğrultusunda birtakım dünyevi yararlara tamah etmesi yakışık almayan bir durumdur. Bu tür hareketlerin sürekliliğinde her zaman küfre, münafıklığa açılan bir kapı vardır. Şuurları kapanarak dünyevi bir menfaati Allah'ın resulüne tercih ederek, onu ayakta bırakıp gidenlerin durumu da böyledir:
Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah'a ve İslam'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın Katında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cuma Suresi, 11)
İçinde sürekli Allah korkusu, kıyamet ve cehennem korkusu bulunan ihlaslı müminler ise dünyanın aldatıcılığına kendilerini kaptırmazlar.
(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)

Başkalarını Uyarıp Kendini Unutmamak

Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız? (Bakara Suresi, 44)
Kuran'ı iyi bilen, zeki ve tecrübeli bir kişi başkalarının dini konulardaki hatalarını ve eksikliklerini en ince ayrıntılarıyla teşhis edebilir. Onları bu konularda uyarabilir. Bu makbul bir özelliktir, ancak bunu yapmak kişinin aynı hata ve günahları kendisinin işlemesini meşru hale getirmez. Tam tersine başkalarına yaptığı uyarıdan kendisinin de öğüt alması ve aynı hataları yapmaktan önemle kaçınması gerekir. Aksi takdirde başkalarına yaptığı uyarılar bir ecir değil, ahirette kendi aleyhinde bir delil olarak karşısına çıkar.
Bir hatayı, başkasını uyaracak kadar iyi teşhis edebilen bir kişinin, aynı hatayı kendi nefsinde teşhis edememesi gibi bir durum mümkün değildir. Elbette ki kendi hata ve günahının da farkındadır. Bu ise onun çok büyük bir samimiyetsizlik içinde olduğunu gösterir. Örneğin yalancı birinin insanları doğruluğa; riyakar birinin insanları samimiyete, namaz kılmayan birinin insanları namaza davet etmesi büyük bir samimiyetsizlik ve ikiyüzlülük örneğidir. Üstteki ayetin sonunda bu tür kişilerin "yine de akıllanmayacak mısınız" sözleriyle uyarılmaları da, söyledikleri şeyleri önce kendilerinin uygulamaları gerektiğinin açık bir göstergesidir.
Bu tür ikiyüzlü hareketlerin temelinde, insanlar üzerinde manevi bir otorite kurmak, hürmet edilen, çekinilen, sözü dinlenen bir kimse olmak gibi Kuran dışı sapkın düşünceler yatar. Bu şekilde davranan bir kimsenin asıl amacı Allah'ın sınırlarının, dinin menfaatlerinin korunması, batılın yok olması, müminlerin hata ve günahlarının düzelmesi değildir elbette. Yaptığı uyarıları, o hataların işlenmesine karşı olan hassasiyetinden ve Allah korkusundan yapıyor olsa kuşkusuz aynı günahları işlemekten en fazla kendisi sakınır. Bu tür kişiler müminlerin işledikleri hata ve günahları kendi makam, mevki ve itibar arayışları için büyük fırsat sayarlar. Oysa, dini konuları, Kuran'da bildirilen hükümlerini, bu tür nefsani saygı ve itibar arayışlarına alet etmek kişiyi ahirette büyük bir hüsrana sürükleyebilir.
Kendinde olan bir hatayı başka bir mümin kardeşinde de gördüğünde yapılabilecek en güzel ve samimi hareket, ona önce kendisinde de aynı hatanın olduğunu söylemek ve bu konuda sürekli birbirlerine hatırlatma yaparak, ortak hatalarını düzeltmede birbirlerini takip ve teşvik etmektir.

Verilen Borcu Yazmak

Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızdan bir katip doğru olarak yazsın, katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah'tan sakınsın, ondan hiçbir şeyi eksiltmesin. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), düşük akıllı ya da za'f sahibi veya kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahit tutun; eğer iki erkek yoksa, şahitlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri şaşırdığında öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur). Şahidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun, çok olsun, süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah Katında en adil, şahitlik için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış-veriş ettiğinizde de şahit tutun. Yazana da, şahide de zarar verilmesin. (Aksini) Yaparsanız, o, kendiniz için fısk (zulüm ve günah)tır. Allah'tan sakının. Allah size öğretiyor. Allah herşeyi bilendir. (Bakara Suresi, 282)
Bu ayette son derece açık ve ayrıntılı bir biçimde borç verildiğinde yazılması gerektiği açıklanmaktadır. Buradaki en önemli nokta ise yakınlık, akrabalık, samimiyet, dostluk gibi kavramları ölçü alarak ayetin emrini gözardı etmemektir. Kimler arasında olursa olsun, borcun miktarı ne olursa olsun, ayet bu hükmü uygulamama hakkında bir istisna göstermemiştir. O yüzden kişi eğer gerçekten müminse, ayetin hükmüne kayıtsız şartsız boyun eğmelidir.
Gerçekten de ayette belirtildiği gibi, adaletten şaşmamak, ileride herhangi bir şüphe, yanlış anlama ve haksızlığa yol açmamak için bu tür bir önlem en hayırlı olandır. Üşenmek, tembellik gibi nefsani durumlar da ayetin hükmünün ihmal edilmesine kesinlikle gerekçe olamaz.

Allah'ın Ve Dinin Aleyhinde Konuşulan Ortamı Terk Etmek

Müminler hiçbir şekilde inançlarından, taviz vermezler. Her mümin, bulunduğu ortamda, Allah'ın ve O'nun dininin temsilcisidir. Bu gerçeğin şuurunda olan ve bu sorumluluğu taşıyan mümine, Allah'ın ve dinin aleyhine konuşulan ortamlarda bulunmak yakışmaz. Zaten bu durum Kuran ayetlerinde kesin olarak yasaklanmıştır:
O, size Kitapta: "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır. (Nisa Suresi, 140)
Ayetlerimiz konusunda 'alaylı tartışmalara dalanlar': -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma. (Enam Suresi, 68)
Cahiliye toplumunun fertlerinin temel özelliği Allah'ın kadrini takdir edememeleri ve O'nun gücünden gaflet içinde olmalarıdır. Bu şuursuzluğun verdiği cesaretle, vicdanlarını rahatlatmak için müşrikler zaman zaman Allah'ın ve dinin aleyhinde konuşmalar yapabilirler. Bu, kimi zaman açık bir saldırı, kimi zaman imalı laf dokundurmalar, kimi zaman din hakkında cahilce ahkam kesme şeklinde olabilir. Şartlar ne olursa olsun, böyle bir ortam oluştuğunda, eğer müdahele etme imkanı yoksa, orayı terk etmek mümin için farzdır. Bu duruma kayıtsız kalmak, ortamın bir parçası olmak, Allah'ın şanını ve şerefini yüceltmekle görevli mümine yakışmadığı gibi zaten Kuran'da haram kılınmıştır.
gezegenler

Belirlenmiş Vakitlerde Hamd Ve Tesbih Etmek

Hamd ve tesbih etmek müminin hayatının bir parçasıdır. Hamd, her türlü övgü, yüceltme ve iltifata layık olanın yalnızca Allah olduğunu, tesbih ise Allah'ın, akla gelebilecek ya da gelmeyecek her türlü eksiklik, kusur ve hatadan uzak ve münezzeh olduğunu hem dil hem de kalp ile tasdik etmektir.
Hamd ve tesbihin yalnızca müminlerin değil, aynı zamanda bütün kainatın bir ibadeti olduğu ayetlerde şöyle haber verilir:
Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır. (İsra Suresi, 44)
Gök gürültüsü O'nu hamd ile, melekler de O'na olan korkularından tesbih ederler... (Rad Suresi, 13)
Namaz kılmak gibi, belirlenmiş vakitlerde Allah'ı tesbih etmek ve O'na hamd etmek de Kuran'da geçen farzlardandır. Bir mümin Allah'ın farz kıldığı konular arasında kendi anlayışına göre bir önem sırası yapamaz. Yani namaz kılmayı tesbih etmekten veya oruç tutmayı zekat vermekten daha önemli ya da önemsiz göremez. Allah'ın emirlerini harfiyen yerine getirir. Allah insanı yalnızca kendisine kulluk etmesi için yaratmıştır. Allah'ı, Kuran'da belirtilen beş vakitte, Allah'ın istediği şekilde tesbih etmek müminin günlük hayatındaki en önemli görevlerinden biridir. Sabah namazı ve ikindi vakitlerinde, tesbihle birlikte ayrıca hamd edilmesi de ayetlerde özellikle belirtilmiştir.

Müminlere Karşı Tevazulu, İnkarcılara Karşı Sert Ve Caydırıcı Olmak

Alçak gönüllü, tevazulu olmak Kuran'da Allah'ın övdüğü bir davranıştır. Tevazulu mümin diğer müminlere güven ve şevk verir. Gerçek anlamda alçak gönüllülük, insanın sahip olduğu bütün özellikleri Allah'a borçlu olduğunu bilmesi, Allah'ın dışında hiçbir güç olmadığını kabullenmesi ile olur. Bu bilince sahip insan ne kadar güzel, başarılı, zengin, akıllı veya güçlü olursa olsun, bütün bunların Allah'ın verdiği gelip geçici özellikler olduğunu, kendisi için bir imtihan vesilesi ve salih amel fırsatı olduğunu bilir. Sahip olduğu hiçbir özellik onun kibirlenmesine, büyüklenmesine sebep olmaz. Bu üstün ahlakı, Allah'ın ruhunu taşıyan, O'nun yeryüzündeki halifesi olan müminlere karşı saygı ve tevazu şeklinde yansır. Ayetlerde, bu ahlaka sahip müminler övülmüş ve müjdelenmişlerdir:
... Sen alçak gönüllü olanlara müjde ver. (Hac Suresi, 34)
Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisi'nin onları sevdiği, onların da Kendisi'ni sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cehd eden (çaba harcayan ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Maide Suresi, 54)
Yukarıdaki ayetten de anlaşıldığı gibi, tevazu gösterilecek kimseler ancak müminlerdir. Cahiliyeye yöneltilecek olan tavır ise bunun tam tersidir. Çünkü iman etmeyenler Allah'a başkaldırmıştır, Allah'a, elçisine ve müminlere karşı savaş açmıştır. Kuran'da yeryüzündeki varlıkların en aşağısı olarak tanımlanan ve Allah'a başkaldıran bu insanlara karşı müminlerin nasıl bir tavır içerisinde olmaları gerektiği şöyle açıklanmıştır:
Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cehd et (çaba harca) ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran. Onların barınma yerleri cehennemdir, ne kötü bir yataktır o!.. (Tevbe Suresi, 73)
Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azablandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü'minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun. Ve kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 14-15)
Müminlerin bu özellikleri bir başka ayette şöyle ifade edilmiştir:
Muhammed, Allah'ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler... (Fetih Suresi, 29)
Allah Kuran'da Müslümanlara, yakın ve candan bir dost olarak Allah'a iman edenleri göstermiştir. Ve Allah Müslümanların kafirlere ve münafıklara karşı fikri bir mücadele içinde olmalarını emretmiştir. Bu nedenle bir Müslümanın bir münafığa karşı tavrı her zaman, Kuran'da tarif edilen yönde olur. Kuran dışında, inanan bir insanın tavrını belirleyen başka bir ölçü olamaz.
ceylanlı kapı
Bir Müslüman için diğer Müslümanlara karşı saygı ve sevgi göstermesi gibi, münafık ve dinsizlere karşı sert ve caydırıcı davranması da bir ibadettir. Allah'ın dinine karşı kalbinde kin besleyen ve elindeki imkanları gizli ve açık olarak Müslümanlar aleyhine kullanan bir münafığa karşı yakın bir sevgi ve sıcaklık göstermek, bu kişinin dine ve Allah'a karşı olan kindar tavrına bir anlamda destek vermek ve onaylamak anlamına gelir.
Ancak buradaki sert ve caydırıcı kelimelerinden yanlış bir anlam çıkarmamak gerektiğini de hatırlatmakta fayda vardır. Çünkü burada kastedilen sertlik, fizik kuvvet kullanılarak uygulanan bir sertlik değildir.
Buradaki caydırıcılığın anlamı, Müslümanların dinlerine olan kuvvetli bağlılıkları ve kararlılıklarından dolayı münafıklarda meydana gelen yılgınlaşma ve dine karşı mücadele etmekten caymadır.
Sertlik ise münafıkların ve iman etmeyenlerin Müslümanlara karşı açık veya gizli faaliyetlerini deşifre ederek engellemek, onların Allah'a, dine karşı tutumlarına açık bir tavır koymak ve onlara karşı yakın dost olmamak anlamındadır.
Münafıkların en çok korku duyduğu kimseler takva Müslümanlardır. Allah ayetlerinde münafıkların müminlere karşı Allah'tan korkar gibi hatta daha da büyük bir korkuyla korkuya kapıldıklarını belirtmektedir. Bu nedenle Allah'a ve Müslümanlara karşı düşman olanların kalbinde korku uyandıracak bir takvaya sahip olmak bir Müslüman için çok büyük bir ibadettir.
Müslüman olmayan, ancak müminlerle de din konusunda mücadele etmeyen insanlarla iyi geçinmek ya da din ahlakının yeni anlatıldığı kimseleri İslam'a ısındırmak için onlara iyi davranmak, güzel konuşmak da yine bu konunun sınırlarını belirleyen Kuran ölçüleridir.

Din Ahlakını Yaşamakta Gevşeklik Göstermemek, Ağır Davranmamak

Bir müminin imanının gücü, samimiyeti ve kararlılığı Allah yolundaki mücadelesinden ve hamiyeti İslamiyesinin şiddetinden anlaşılır. Kişinin din ahlakı konusunda gevşek ya da şevkli olmasını, bu mücadelede gösterdiği tutum ve davranışlar belirler.
Dinde gevşeklik göstermek, müminler arasında bulunduğu halde imani olgunluğa tam erişememiş kişilere özgü bir zayıflıktır. Gevşeklik bu kişide, zorluk anlarında geri plana çekilme, riske girmeme, nefsine bir zarar gelmesinden kaçınma, nefsinin rahat ve çıkarlarını dinin çıkarlarından önde tutma şeklinde ortaya çıkar. Rahatlık anlarında ise iman etmeyenlerin ve fitnenin varlığından rahatsız olmama, onlara tuzak kurma, onları kızdırma yönünde hiçbir düşünce ya da girişimde bulunmama, sorumluluk almaktan, nefsini sıkıntıya sokmaktan kaçınma, gelişmeler karşısında pasif ve tepkisiz kalma, ağır davranma gibi biçimlerde kendini gösterir. Bu çarpık anlayışları, bu kimselerin mantık örgülerini ve olayları değerlendirmelerini de tersine döndürür. Öyle ki, Allah yolundaki bir zorluk ve tehlikeden kaçmayı kendileri için bir kazanç, hatta Allah'ın bir nimeti olarak görecek kadar şuurları kapanmıştır:
Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır. Şayet, size bir musibet isabet edecek olsa: "Doğrusu Allah, bana nimet verdi, çünkü onlarla birlikte olmadım" der. (Nisa Suresi, 72)
Bu tür kişilerin vicdanlarını rahatlatma yöntemleri de, zaten gerekeni yapanların var olduğunu öne sürmeleridir. Ancak zorluk ve sıkıntı atlatılıp kendilerinin hiçbir payı olmayan zafer gelince de pişmanlıklarını dışa dökerler. Müminlerin şerefli konumlarından ne kadar uzak olduklarını fark ederler:
Eğer size Allah'tan bir fazl (zafer) isabet ederse, o zaman da, sanki onunla aranızda hiçbir yakınlık yokmuş gibi kuşkusuz şöyle der; "Keşke onlarla birlikte olsaydım, böylece ben de büyük 'kurtuluş ve mutluluğa' erseydim." (Nisa Suresi, 73)
Bu şekilde ahiretleri için elde edebilecekleri çok büyük ecir fırsatlarını, üstün makamları da kaçırmış olurlar.
Allah mümin topluluklarında bulunan bu zayıf ve gevşek kimselerin olumsuz yönde etkilememesi, onların şevklerini, hırs ve azimlerini kırmaması için samimi müminleri uyarır ve benzer bir yapıdan meneder:
Öyleyse sen sabret; şüphesiz Allah'ın vaadi haktır; kesin bilgiyle inanmayanlar sakın seni telaşa kaptırıp-hafifliğe (veya gevşekliğe) sürüklemesinler. (Rum Suresi, 60)
Daimi bir gevşeklik, gerçekten iman etmiş bir kimse için elbette söz konusu değildir. Ancak mümin geçici gevşekliklerden, kayıtsızlıklardan, sorumsuzluklardan, zaman zaman nefsine uyma gibi zaaflardan şiddetle kaçınmalıdır. Müminleri çeşitli konularda gevşeklikten meneden ayetlerden bazıları şunlardır:
(Düşmanınız olan) Topluluğu aramakta gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da, sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz, onların umut etmediklerini Allah'tan umuyorsunuz. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 104)
Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz. (Al-i İmran Suresi, 139)
Kuran'da tarif edilen ideal mümin modeli ise, bütün hayatı boyunca, gerek sıkıntı ve zorluk zamanlarında, gerekse refah ve rahatlık ortamlarında dinin menfaatlerinden hiçbir taviz vermeyen, her durumda Allah'ın rızasını nefsinin arzularına tercih eden bir kimsedir. Hiçbir durumda, şevk ve heyecanını, kararlılığını kaybetmez, gevşeklik göstermez ve boyun eğmez. Bu mümin modeli, Kuran'da geçmiş ümmetlerden örnek verilerek şöyle tarif edilir:
Nice peygamberle birlikte birçok Rabbani (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever. (Al-i İmran Suresi, 146)
Bir başka ayette de, ahiret için ciddi çaba göstermenin değerinden bahsedilir:
Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 19)

Bir Topluluğa Karşı Duyulan Kinin Adaletten Alıkoymaması

Adalet, insanlar arasındaki anlaşmazlıklara çözüm getirirken hak sahibine tarafsız bir şekilde hakkını vermek anlamına gelir. Ancak Kuran ahlakını yaşamayan insanlar genelde tam ve kesin bir adalet anlayışıyla hareket etmezler. Karar verirken birçok dış etken onların kararlarını olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebilir. Örneğin hakkında karar vereceği insanlardan, kendisine daha yakın gördüğü kişinin lehine karar alabilir. Ya da menfaatine uygun gördüğü ve kendisine fayda sağlayacağını düşündüğü şekilde hüküm verebilir. Yani her türlü şahsi çıkar uğruna kararında adil olmayabilir.
Ancak insanların adaletsizlikleri en çok, kin duydukları kişilere olan tavırlarında ortaya çıkar. Nefsi kaplayan bir kin duygusunda kişi, karşısındaki insan hakkında olumlu bir karar almakta zorlanabilir. Geçmişten gelen içinde sakladığı bir kin, karşı tarafta haklılık payı bile olsa bu haklılığı ortaya çıkarmasına izin vermeyebilir. Ya da kin duyduğu topluluk veya kişinin hakkına tecavüz ettirebilir.
Bu nedenle Allah kinin adaleti engelleme yönüne özellikle dikkat çekmiş ve Müslümanları bu konuda uyarmıştır.
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
Ayetin emri gereği Müslümanlar yakınlık, menfaat, akrabalık bağı ya da kin gibi konular sebebiyle hiçbir zaman karşılarındaki kişi ya da topluluğa karşı adaletsizlik yapmazlar. Karşılarındaki kişinin inancı, düşüncesi, felsefesi ne olursa olsun, Müslümanların kendi inançlarına aykırı da olsa, bu onların bu topluluk hakkında doğru kararı almalarına engel değildir. Hiçbir zaman duygularına kapılarak hareket etmez ve akılcılıktan uzaklaşmazlar. Verecekleri hüküm kendi aleyhlerine bile olsa, doğruyu gizlemez ya da saptırmazlar.

Müslümanlara Müjde Vermek

Şüphesiz Biz seni, hak ile bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir uyarıcı gelip-geçmiş olmasın. (Fatır Suresi, 24)
Müslümanların uyarıcı olma özelliklerinin yanında müjde verici özellikleri de vardır. Çünkü Kuran insanlara hem bir uyarı hem de müjde olarak indirilmiştir.
Kuran'da güzel huylu insanlar için birçok müjde vardır. Bunların en önemlilerinden biri hiç kuşkusuz ki, güzel ahlak gösteren insanlar için hazırlanan cennettir. Allah insanların sabırlı, samimi, adaletli, güzel sözlü, tevazulu, güzel huylu olduklarında ahirette pek çok mükafatla karşılık göreceklerini bildirmiştir. Cennet, dünyayla kıyaslanmayacak kadar büyük bir sanata, zenginliğe ve ihtişama sahiptir. İnsanlar, evler, mekanlar, o güne kadar örneğine hiç rastlamadığımız şekilde en güzel halleriyle yaratılacaklardır. Manevi olarak da insanların dünyada hiç yaşamadığı kadar büyük bir mutluluk, sevinç ve ferahlık olacaktır. Allah cennet hakkında Kuran'da, daha birçok bilgi verir. Allah'ın cenneti Müslümanlara bu şekilde tarif etmesi ve detaylandırması Müslümanlar için büyük bir şevk ve heyecan kaynağıdır. Müslümanlar cenneti düşündükçe ahiret için çalışma ve hizmet etme istekleri daha da artar. Allah'ın yapılan hiçbir şeyi karşılıksız bırakmadığını ve en ufak bir iyiğilin karşılığının kat kat olduğunu bir kere daha düşünür ve daha büyük bir kararlılıkla Allah'a bağlanırlar.
Allah'ın Müslümanlara, bir de dünyada verdiği karşılık vardır. Bunların da müjdesi Kuran'da verilmiştir. Allah'ın verdiği kalp ferahlığı, iman etmeyenlere karşı mutlak galibiyet, mülke mirasçı kılması, güzel bir hayatla yaşatması gibi pek çok vaat, bu müjdeler arasındadır. Allah bunları Müslümanlara bir teşvik ve sevinç sebebi olması için ayetlerle bildirilmiştir.
Bu nedenle Müslümanların Kuran ile bildirilen bu konularda birbirlerine müjde vermeleri, önemli bir ibadettir. Müslümanların güçlenmesiyle, zenginleşmesiyle, başarılarıyla, ilerlemeleriyle ilgili ya da Müslümanlara Allah'ın nasıl yardım ettiği, Allah'ın nasıl koruduğu ve nasıl zaferler verdiği ile ilgili müjdeler, inananların güçlenmesine sebep olurken, münafıkların ve kafirlerin ise yılgınlığının artmasına sebep olacaktır. Bu nedenle Allah peygamberlerini "uyarıcı" olmalarının yanı sıra, "müjde vericiler" olarak da tanımlar.
cicekler

Gayb Hakkında Kesin Konuşmamak

Allah insanları zamana ve mekana bağımlı olarak yaratmıştır. Ancak Allah, zamanı ve mekanı zaten Kendisi yarattığı için bunlardan münezzehtir. Ve ikisini de dört bir yandan sarıp kuşatandır. İnsan yaratılışı gereği zamanın ve mekanın içinde yaşamak zorundadır. Hiçbir zaman, hiçbir şekilde bu durumunu değiştiremez. Ancak Allah zamanı ve mekanı hem içten hem de dıştan görür ve kontrolü altında bulundurur.
Bu şu demektir: Allah insanın yaşadığı hayatın başını, sonunu, ortasını aynı anda görür, bilir. Allah için kainatın ilk başlangıç anıyla, kainatın sonu olan kıyamet saati arasında hiçbir zaman farkı yoktur. İnsan için bu arada çok uzun bir zaman farkı vardır. Ancak bizim otuz santimlik bir cetvele baktığımızda başıyla sonunu aynı anda görmemiz gibi, Allah da kainatın başlangıcını ve sonunu aynı anda bilme ve görme gücüne sahiptir.
Bu nedenle insanların geçmişleri, o anları ve gelecekleri Allah Katında belirlenmiş bir yazgıdır. Allah bunu bize Kuran'da kader kavramı ile açıklamıştır. İnsan hiçbir şekilde bu kaderin dışına çıkamaz. Kısaca insanın geleceği ancak Allah'ın belirlediği şekilde gerçekleşir. Bu nedenle Allah insanların gayb hakkında bir tahminde ya da bir iddiada bulunurken kesin konuşmamalarını emretmiştir. Çünkü insan ne iddiada bulunursa bulunsun sonuçta Allah'ın dilediğinin dışında hiçbir şey gerçekleşmeyecektir. Bu nedenle Müslümanlar gayb içinde yalnızca Allah'ın dilediklerinin gerçekleşeceğine iman ettikleri için, bir dakika sonrası için bile olsa hiçbir şekilde kesin bir dille konuşmaz ve muhakkak sözlerini Allah'ın dilemesiyle anlamına gelen "İnşallah" diyerek bitirirler.
Hiçbir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım" deme. Ancak: "Allah dilerse" (inşaAllah yapacağım de)... (Kehf Suresi, 23-24)

Bilgi Sahibi Olunmayan Bir Konunun Savunuculuğunu Yapmamak

İnsanların savundukları, uyguladıkları ve yaygınlaştırdıkları bir fikir ve inancın vicdanen yüzde yüz doğru olduğuna kanaat getirmeleri şarttır. Bunun aksi, yani insanların doğruluğuna vicdanen kanaat getirmediği ve hakkında bilgi sahibi olmadığı herhangi bir fikrin, kişinin ya da olayın ardı sıra gitmeleri Kuran'da yasaklanmıştır. Allah Kuran'da, insanların doğruluğuna hüküm verip, peşinden gittikleri her fikir için ahirette gözleriyle, kulaklarıyla ve kalpleriyle hesap vereceklerini bildirmektedir.
Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur. (İsra Suresi, 36)
Kaynağı sağlam olan ve kesin olarak doğruluğu açık olan tek fikir sistemi ise Allah'ın doğru olduğunu bildirdiğidir. O da Kuran'da ayrıntılarıyla tarif edilmiştir. Bu nedenle Müslümanlar vicdanlarından ve Kuran'ın tasdiğinden geçmeyen hiçbir düşünceye onay vermezler. Bir Müslümanın bir kişiyi ya da bir fikri desteklemesi için, o fikrin Kuran'ın tasdiğinden geçmesi ya da o kişinin Kuran ahlakı çerçevesinde hareket ediyor olması şarttır. Bu nedenle Müslümanlar insanlara anlattıkları, tavsiye ettikleri, doğru olarak sundukları ilmi, sosyal ya da dini herhangi bir konuda büyük bir titizlikle konuşurlar. Hakkı savunmayan hiç kimseyi desteklemezler. Vicdanlarına uygun gelmeyen, ticari veya sosyal hiçbir işe ortak olmazlar. Doğruluğu şüpheli olan hiçbir fikre savunuculuk yapmazlar. Müslümanların konuştuğu, tavsiye ettiği veya savunduğu her görüşün doğruluğu, herkesin açıkça görebildiği netlikte olur.

İnkar Edenlerin Sahip Oldukları Zenginliklere
Ve Yaşam Şekillerine Özenmemek

Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme... (Hicr Suresi, 88)
Allah zenginliği hem Müslümanlara hem de inkar edenlere verebilir. Kuran'da bu durum açıkça bildirilmektedir. Ancak ayetlere bakıldığında zenginliğin her iki gruba da veriliş amacının farklı olduğu görülür.
Müslümanlara verilen zenginlik, güzel ahlaklarının bir karşılığı olarak Allah'ın onları iyi bir hayatla yaşatma vaadinin bir gereğidir. Allah Müslümanları yeryüzünün mülklerine mirasçı kılacağını açıklamıştır. Nitekim peygamberlerin hayatına baktığımızda hemen hepsinin hayatında ortak bir gelişim olduğunu görürüz. Bu gelişim, hayatlarının ilk dönemlerinde maddi zorluk içinde yaşamalarına rağmen, belirli bir süre sonra büyük bir zenginliğe kavuşmalarıdır.
Bir de Allah'a ve dine düşman oldukları halde yine de büyük bir bolluk içinde yaşayan insanlar vardır. Allah bu insanlara da zenginlik vermiştir. Ancak Allah'ın onlara mal vermesindeki amaç, Müslümanlarınkinden çok farklıdır. Kuran'da bu amaç şu şekilde açıklanır:
Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları dünyada azablandırmak ve canlarının onlar inkar içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor. (Tevbe Suresi, 85)
Allah'ı inkar eden ve bu inkarda direnen insanlar için kendilerine verilen zenginlik, güzellik, güzel evler, kıyafetler ya da imkanlar bir denemedir. Bu verilenler, onların kendilerine bağışlanan tüm bu nimetlere rağmen nasıl bir nankörlük içinde olduklarını, her türlü olanaklarına rağmen Allah'a karşı sadakatsizliklerinin boyutlarını insanların iyice görmeleri içindir.
Allah sonsuz akıl sahibidir. Ve bu nedenle de insanları türlü şekillerde cezalandırır. İnsanın hiç akledemeyeceği ve asla anlayamayacağı birçok yöntemle bir inkarcıya karşılık verebilir. Bu karşılık çok açık şekilde görülen bir doğal felaket, yıkım olabilir ya da görülmeyen, ancak kişiyi içten içe saran bir sıkıntı hali olabilir. Azabın bir çeşidi de insanın kendisi için hayır sandığı bir durumla onun ahiretteki sorumluluğunun artması olabilir.
İşte bu nedenle bir Müslümanın inkar eden bir insana verilen herhangi bir imkana karşı içinde imrenme hissetmesi, Kuran ahlakına uygun olmaz. Özenilecek olan Müslümanların ahlakı ve takvasıdır. Bu nedenle Allah din ahlakını yaşamayan insanların zenginliğine, yaşadıkları hayata, imkanlarına ya da herhangi bir özelliklerine karşı kişinin içinde herhangi bir hayranlık oluşmamasını emretmiştir.

Dinde Zorlama Olmaması Ve Din Ahlakına Hikmetle,
Güzel Öğütle Davet Etmek

Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir. (Nahl Suresi, 125)
İslam dininin özelliği, kişinin sadece içinden gelerek ve gönülden kabul ederek yaşamasıyla Allah Katında kabul gören bir inanç sistemi olmasıdır. Allah dinin bu özelliğini Kuran'ın birçok ayetinde açıklamıştır. Örneğin namaz kılan bir insan namazını Allah için isteyerek ve severek kılmalıdır. Ya da malından infak eden bir kişinin bu ibadetinin Allah Katında geçerli olması, verdiği bu sadakayı isteyerek ve sevinerek vermiş olmasına bağlıdır.
Bir insanın Müslüman olabilmesi için dini ve Allah'ı aklıyla kavraması ve kalben de tasdik etmesi gerekir. Ve yaptığı hizmetleri neden yaptığının şuurunda olması gerekir. Müslümanın dine olan bağlılığı, Allah'ın varlığına olan inancından kaynaklanır. Bu nedenle de, dinin gereklerini isteyerek ve severek yerine getirir. Dolayısıyla İslam ancak kişinin kendi rızası olduğu takdirde gerçek anlamda yaşanabilecek bir sistemdir.
Bu nedenle dinde zorlama yoktur. Allah Müslümanların dine karşı isteksiz olan insanlara İslam'ı zorla kabul ettirmek için gayret sarf etmemelerini emretmiştir. Çünkü Allah dini, insan zoruyla değil, kalpten gelerek yaşanabilecek şekilde var etmiştir. Kalben kabul etmeyip insanlar baskı uyguladığı için yaşanan bir dinin Allah Katında geçerliliği olmayabilir ve dolayısıyla kişinin böyle bir ruh haliyle din ahlakını yaşaması veya yaşamaması arasında bir fark da olmayacaktır.
Müslümanların din ahlakını anlatmaları, sadece güzel sözlü bir davet niteliğindedir. İsteyenlerin ve Allah'ı sevenlerin din ahlakını yaşamasına yönelik bir davettir. Dinde zorlama olmadığı ile ilgili olarak bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir. (Bakara Suresi, 256)
Ayetin emri gereği Müslümanlar, İslam'ı anlatırken ve imanı sevdirirken sözün en güzelini kullanırlar. Karşılarındaki insanı incitmeyecek, Müslümanlara karşı kalbinde sevgi uyandıracak bir üslupla din ahlakını anlatırlar. Çünkü Müslümanlara karşı kalbinde sevgi oluşan bir insanın, onları bu derece güzel ahlaklı hale getiren inanç sistemine karşı da içinde bir merak ve sevgi oluşacaktır. Dolayısıyla güzel söz, onun kalbini İslam'a ısındıran önemli bir sebep olacaktır.

Bir Şey Unutulduğunda Allah'ı Zikretmek

İnsan birçok eksiği ve kusuru olan bir varlıktır. Çünkü yaratılmıştır ve yaratılmışlara özgü bir acizlik içerisindedir. Eksiklikten ve kusurdan münezzeh olan ise sadece Allah'tır. İnsanın Allah karşısında ne kadar aciz ve çaresiz bir durumda olduğunu anlayabileceği eksikliklerinden bir tanesi de unutkanlıktır.
Unutkanlık, bunu yapan kişi dünyanın en zeki insanı bile olsa, oluşmasına kesinlikle engel olamadığı bir acizliktir. İnsanların Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu anlayabilmesi için sadece bu acizliğini düşünmesi yeterlidir. Çünkü insan bir bakıma, hafızasıyla birlikte bir anlam taşır. Nerede doğduğunu, kim olduğunu, nerede yetiştiğini, inançlarını, yaptıklarını, nasıl bir hayat yaşadığını, zevklerini, alışkanlıklarını tüm bilgiler hafızasında olduğu için bilir. Ancak ağzından çıkan cümlesinin sonunu bir anda insana unutturan Allah, tek bir anda geçmişiyle ilgili herşeyi de unutturabilir. İnsan, kendisine malik olabilmesi için Allah'ın her an hafızasında canlı tuttuğu bilgilere muhtaçtır. Allah onlardan tek bir tane bile eksiltme yaptığında insanın bu bilgiyi geri getirmek için yapacak hiçbir şeyi yoktur. İşte Kuran'da böyle bir acizlik durumunda, insanların Allah'a sığınmaları ve Allah'tan yardım dilemeleri emredilir:
... Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: "Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip-iletir." (Kehf Suresi, 24)
İnsanın unuttuğu şeyi hatırlayabilmesi ve herhangi bir konuda başarı sahibi olabilmesi sadece Allah'ın dilemesiyle mümkündür. Bu nedenle insanın bu tip bir acizlik karşısında yapabileceği tek şey Allah'ın kendisini daha yakın bir başarıya iletmesini dilemektir.

Allah'ın Rahmetinden Umut Kesmemek

(Benden onlara) De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir." (Zümer Suresi, 53)
Ayette belirtildiği gibi insanlar zaman zaman bilerek veya bilmeyerek hatalar yapabilmektedirler. Bu konuyla ilgili ayetin hitabından da anlaşıldığı gibi burada, Allah'tan rahmet uman insanlara seslenilmektedir. Yani ayette geçen kendi aleyhlerine olmak üzere haddi aşan kimseler, Allah'a iman eden insanlardır. Bu nedenle böyle bir durum Müslümanlar için de geçerlidir.
mekan
Allah birçok ayette Müslümanların hatta çok takva sahibi olan Müslümanların da hata yapabileceğini vurgulamıştır. Bu açıklamalar inananların kalbine ferahlık verir. Aksi takdirde isteyerek veya istemeyerek herhangi bir hata yapan bir Müslüman, büyük bir sıkıntı ve vicdani baskı altına girebilirdi. Ancak Müslümanların Allah'a karşı bir kusur içinde olmama konusunda büyük bir hassasiyet içinde olduğunu bilen Allah, Kuran'da övgüyle bahsedilen peygamberlerden de örnekler vererek istisnasız her insanın büyük ya da küçük birçok hatası olabileceğine dikkat çekmiştir. Böylece ayetlerdeki bu şevklendirici ve kalp ferahlatıcı açıklamalar, Müslümanların herhangi bir hata sonrası ümitsizliğe kapılmalarını engellemiştir. Hatta Allah insanlarda hata çeşitliliğini o kadar geniş tutmuştur ki, insanların yaptıktan sonra pişmanlık duyup tevbe ettikleri istisnasız her hatanın bağışlanacağını bildirmiştir.
Ancak Kuran'daki kalp ferahlatan, insanlara umut veren türlü açıklamalara rağmen, kusurlu olmayı kabullenemeyen birçok insan da bulunmaktadır. Ayetlerde bildirilen müjdelere rağmen hata yaptıktan sonra ümitsizliğe kapılmak, üzüntü ve sıkıntı içine girmek, hatasızlık iddiasında bulunan insanlara özgü bir tavırdır. Hata yapmayı kibirinden ve büyüklenmesinden dolayı bir türlü kabullenmek istemeyen bir insan, yaptıkları nedeniyle büyük bir üzüntüye kapılır. Kolaylıkla hata yapabilen, yanlış kararlar alabilen, yanlış davranabilen ya da yanlış konuşabilen bir varlık olduğunu kabullenmekte zorluk çeker. Kusursuzluğun ve hatasızlığın Allah'a özgü bir vasıf olduğunu düşünemez. Kendisi de kusursuz olmak ister. Ancak bunu bir türlü başaramaması ve istemeyerek de olsa birçok hatalı tavrının olması onu ümitsizliğe sürükler. Müslümanlar ise Allah'ın karşısındaki eksikliklerini ve acizliklerini kabullenmenin verdiği rahatlık içinde yaşar ve hiçbir zaman hatasızlık iddiasında bulunmazlar.
Şunu unutmamak gerekir ki insanların, çok imanlı da olsalar kusurlu ve kolaylıkla hata yapabilecekleri gibi yaratılmaları, Allah'ın kusursuzluk vasfını kavrayabilmeleri içindir. Çünkü insan kusursuzluğu ancak kusur ve eksik görerek anlayabilir. Bu nedenle kendi acizliğini görmesi, Allah'ın mükemmelliğini daha iyi anlayabilmesine sebep olacaktır.

Yalan Söylememek

İnsanlar karşılarındaki kişiyi kendi istedikleri doğrultuda yönlendirebilmek için sık sık yalana başvururlar. Yalanın ardında kimi zaman kişinin gururunu kurtarma telaşı, kimi zaman samimiyetsiz bir tavra zemin hazırlama kimi zaman da üstünlük elde etme arzusu vardır. Ancak sebebi ne olursa olsun yalan, Kuran'da haram kılınan fiillerdendir. Allah'ın yalanı insanlara haram kıldığı Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
Allah sizi, yeminlerinizdeki 'rastgele söylemelerinizden, boş sözlerden' dolayı sorumlu tutmaz, ancak yeminlerinizle bağladığınız sözlerden dolayı sizi sorumlu tutar... (Maide Suresi, 89)
Yeminlerinizi koruyunuz. Allah, size ayetlerini böyle açıklar, umulur ki şükredersiniz. (Maide Suresi, 89)
Karşı tarafı bilerek ve isteyerek yanlış yönlendirmek için söylenen, doğru olmayan her söz, yalan hükmündedir. Nitekim Allah yalanda, kişinin kalbindeki niyetin önemli olduğunu belirtmektedir. Bir kişinin ağzından düşünmeden bir söz çıkabilir ya da o an için boş bulunup doğru bir söz söylemeyebilir. Bunları kasti olarak karşı tarafı yanıltarak çıkar elde etmek için söylememiş olan bir kişi, bunu hemen telafi eder. Ancak yalanda bir niyet bozukluğu vardır. Kişi karşı tarafı yanlış yönlendirerek ufak ya da büyük herhangi bir çıkar elde etme peşindedir. İşte Allah, bu tip bir niyetle söylenen herhangi bir sözden kişiyi ahirette sorumlu tutacaktır. Bu nedenle Müslümanlar aşağıdaki ayetin gereği olarak her zaman sözün doğru olanını söylemelidirler:
Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve sözü doğru söyleyin. (Ahzap Suresi, 70)
Bir Müslüman boş bulunduğu bir anda ağzından aslı olmayan bir söz çıksa bile bunu hemen telafi eder. Ancak ahirette hesabını veremeyeceği şekilde bir insanı kasti olarak yanıltmaya kesinlikle yanaşmaz. Çünkü bu, hem ahirette hem de dünyada bir kınanma konusudur.

Sözüne İtimat Edilmeyecek Olan Kişiler

Doğruyu bulabilmek için, kişinin kendi aklının, bilgisinin veya tecrübelerinin yetersiz kaldığı durumlarda, bir başkasının öğüdüyle hareket etmesi Kuran'da tavsiye edilen bir ahlaktır. İnsanlar çoğu zaman, hata yapacaklarını düşündükleri konularda, doğru olanı bulabilmek ve yanlış bir tavır içerisine girmemek için karşılarındaki kişilere danışırlar. Yani öğüt almada amaç doğruyu bulabilmektir.
Ancak her insan, her olay karşısında doğru olan seçeneği bulabilecek bir akla ve şuura sahip değildir. En azından doğru olanı görebilse bile kendi çıkarlarını gözardı ederek bu doğruyu karşı tarafa açıklama ahlakına sahip değildir. Bu nedenle yol göstermesi için fikir danışılacak kişilerde, belirli özelliklerin olması gerekmektedir. Bu özelliklerin başında bu insanın Allah'a iman ediyor olması gelir. Çünkü bir insanın doğruyu hemen teşhis edebilmesi ve kendi menfaatlerinin aleyhine bile olsa bunu karşı tarafa açıklaması ancak vicdanını kullanmasıyla olur. Bir insanın vicdanını hiçbir engel tanımadan kullanmasını sağlayan tek güç de Allah korkusu ve Allah sevgisidir.
Ahlakında bozukluk olan yani vicdanını kullanmayan bir insan, ne kendisi doğruyu görebilme gücüne sahip olabilir ne de karşısındaki insanı doğruya yönlendirebilme meziyetine. Dolayısıyla insanların fikir danışacağı ve verdiği fikre itimat edeceği kişileri iyi seçmesi gerekmektedir. Bu nedenle Allah Kuran'da, insanlara bu konuda yol gösterecek çok ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur. Ayetlerde fikrine itimat edilmemesi gereken kişilerin ahlak özellikleri bildirilmiş ve bu kişilerin gösterdiği yola tabi olmak yasaklanmıştır. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık,
Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan),
Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar,
Zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik;
Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye,
Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: "(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır" diyen.. (Kalem Suresi, 10-15)
Ayrıca başka bir ayette de sözü dinlenmemesi gereken kişilerin özelliklerinden iki tanesine dikkat çekilmiştir.
Öyleyse, Rabbinin hükmüne sabır göster. Onlardan günahkar veya nankör olana itaat etme. (İnsan Suresi, 24)
Ayetler çok açık ve anlaşılır bir şekilde kimlerin sözlerine itimat edilmemesi yani gösterdiği yola, öğüdüne güvenilmemesi gerektiğini sıralamaktadır. Bu açıklamaya göre bir Müslüman kendisine maddi ya da manevi bir tavsiyede bulunan yalancı, dedikoducu, saldırgan, tartışmacı, Allah'ın sınırlarını rahatlıkla çiğneyebilen, sinsi veya alaycı bir insanın tavsiyeleri doğrultusunda hareket etmemelidir.
gezegenler

İbadette Kararlı Olmak

Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu halde O'na ibadet et ve O'na ibadette kararlı ol. Hiç O'nun adaşı olan birini biliyor musun? (Meryem Suresi, 65)
"Kararlılık", bir konuda sebat göstermek, sonuca ulaşmada hiçbir engel tanımamak ve azimle gayret ederek her ne olursa olsun yapılması gerekenleri yerine getirmek anlamına gelir. Yukarıdaki ayette geçen kararlılık kelimesi de bu anlamda kullanılmıştır. Allah Müslümanlardan sadece ibadet etmelerini değil, aynı zamanda ibadette kararlı olmalarını istemektedir.
Ancak insanlar ibadette kararlı olmayı çok kısıtlı değerlendirirler. Çünkü ibadet kelimesinin sadece namaz, oruç, hac, zekat gibi kişinin üzerine farz olan hükümler anlamına geldiğini zannederler. Halbuki ibadet, kulluk anlamına gelir. Yani insanların kul olarak Allah için yaptıkları her eylem, konuşma, hal ve tavır birer ibadettir. Namaz bir insan için nasıl önemli ve farz olan bir ibadetse, aynı şekilde öfkeyi yenmek, güzel söz söylemek, insanları uyarıp korkutmak, zanda bulunmamak ya da tartışmacı olmamak da bir ibadettir. Bu nedenle Allah'ın "ibadette kararlı ol" emri hem fiili ibadetler hem de ahlak için geçerlidir.
Ancak ayetlerde Müslümanlara dinlerinde kararlı olmaları emri verilirken, dikkat çekilen bir nokta daha olmuştur. Bu da Müslümanların kararlılığının deneneceğine dair yapılan açıklamalardır. Ayetler geçmişte yaşayan Müslümanların ve peygamberlerin hayatlarından kesitler sunarken, sık sık onların imanlarının ve kararlılıklarının denendiği olaylardan örnekler verir. Çünkü bu tip zamanlar, Müslümanların Allah'a olan bağlılıklarını ve sadakatlerini ispat edecekleri değerli fırsatlardır.
Allah Müslümanların dinlerine olan bağlılıklarının denendiği zamanlara dair en çok, inkarcıların sözlü ya da fiili saldırı anlarını örnek verir. Ya da Müslümanlara iftira atıldığı, insanların topluca yüz çevirdiği, bir hastalık dokunduğu, açlık, susuzluk, yorgunluk olduğu, zor ve tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalındığı ve özellikle kişinin canının risk altına girdiği anlar örnek olarak verilir. Bu tip durumlar Müslümanların kendi dinlerini yaşamada ve yaşatmada sebat edeceği durumlardır.
Bir de Allah'ın büyük bir bolluk, sağlık, dinçlik, zenginlik veya iktidar verdiği durumlar vardır ki, bu zamanlar da kişinin gevşekliğe düşmeyeceği ve din ahlakını yaşamadaki kararlılığını göstereceği çok değerli zamanlardır. Yani Müslümanlar hem zorluk hem de kolaylıkla denenirler. Her iki durum da Müslümanların tavırlarında olumsuz bir değişikliğe yol açmaz.

İnsanları Uyarmak

Cahiliye toplumunun temel hayat felsefesi, kişinin sadece kendisine karşı sorumlu olduğu düşüncesine dayalıdır. Bu düşünceye göre insanlar kendilerini en iyi şartlarda yaşatmakla, en rahat ortamı sağlamakla yükümlüdür. Ancak diğer insanların hayatına karşı maddi manevi hiçbir sorumlulukları yoktur. Bu nedenle insanların bir çoğu dinlerini sadece kendi başlarına yaşamakla sorumlu olduklarını ve diğer insanlara din ahlakını anlatmak gibi bir sorumluluk taşımadıklarını zannederler. Halbuki Kuran'a baktığımızda bunun tam tersi bir anlayışla karşılaşırız.
Müslümanın en büyük sorumluluklarından biri etrafındaki insanlara İslam ahlakını anlatmak ve onları da Allah'a iman etmeye teşvik etmektir. Kuran'da Müslümanların insanları uyarmasıyla ilgili çok kesin ve açık hükümler yer almaktadır. Bunlardan bir tanesi Müddessir Suresi'nin 1. ve 2. ayetlerinde bildirilmiştir:
Ey bürünüp örtünen, kalk (ve) bundan böyle uyar. (Müddessir Suresi, 1-2)
Müslümanlar dinlerini kendileri yaşadıkları gibi aynı zamanda çevrelerindeki kişileri de teşvik etmekle sorumludurlar. Hatta Kuran'da Müslümanların bütün hayatlarını tebliğ yani dinlerini anlatma üzerine bina etmelerini gerektiği bildirilir. Müslümanlar işlerini, yerleşim bölgelerini, eğlencelerini, yaşam biçimlerini bu sorumluluklarına göre ayarlarlar. Bir Müslüman için, Allah'ın varlığının bütün insanlar tarafından bilinmesi, kavranması, bütün insanların cehennemin nasıl bir yer olduğundan ve hesap günü sorguya çekileceğinden haberdar olması kendi ticaretinden, eğlencesinden ya da rahatından çok daha önemlidir. Cehennemdeki azabın şiddetini ve Allah'ın kudretini çok iyi bilen Müslümanlar, insanların din ahlakını yaşamadıkları takdirde nasıl bir sona doğru yaklaşmakta olduklarını muhakkak öğrenmeleri için ellerinden gelen çabayı gösterirler. Gerekirse işlerinden, gerekirse evlerinden ya da mülklerinden vazgeçerek insanları uyarmaya ve Allah'ın bu emrini yerine getirmeye devam ederler. Allah'ın müminlere olan bu emri bir başka ayette de şöyle ifade edilmiştir:
İş(in) hükme bağlanıp biteceği, hasret gününe karşı onları uyar; onlar bir gaflet içindedirler ve onlar inanmıyorlar. (Meryem Suresi, 39)

Üçüncü Bölüm:
Kuran Mucizeleri

Ateş Olmadan Yanma

Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu Kendi nuruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah, herşeyi bilendir. (Nur Suresi, 35)
ampul
Nur Suresi'ndeki bu ayette ışık veren bir nesneden bahsedilmektedir. Işık veren cisim ise bir yıldıza benzetilmektedir. Ayette yıldıza benzetilen ışık veren nesnenin yakıtının doğuya veya batıya ait olmaması ise, bu cismin fiziksel boyutta bulunmadığına bir işaret olabilir. Yakıtın kaynağının enerji boyutunda olduğu düşünülürse, ayette tarif edilen yakıtın elektrik enerjisine, ışık veren cismin de elektrik ampulüne işaret ediyor olması muhtemeldir.
Ampul ayetteki tariflere son derece mutabık olan, cam içinde, yıldız gibi parlayan ve ışık saçan bir cisimdir. Ampul, kandil, gaz lambası benzeri aydınlatıcılar gibi yağla yakılmamaktadır ve ampulde ayetteki tariflere uygun olarak ateş olmadan bir yanma gerçekleşir. Ampulün içindeki ısıya dayanıklı tungsten telinin atomları arasındaki titreşim sonucu, 2.000 0C'nin üzerinde ısı oluşur. Diğer metalleri eriten bu sıcaklık o kadar yüksektir ki, gözle görülür güçlü bir ışık ortaya çıkmasına sebep olur. Ancak bu yüksek ısıya rağmen, ampulün içinde oksijen bulunmadığı için ayetteki tariflere mutabık olarak yanma gerçekleşmez. Ayrıca ampulün ortasında parlayan tel de parlak bir yıldızın uzaktan görünümüne çok benzemektedir.
Elektriğin dünya tarihinin en büyük keşiflerinden biri olduğu, dünyanın hemen hemen tümünün elektrik enerjisiyle çalışan ampuller vasıtasıyla aydınlatıldığı göz önünde bulundurulacak olursa, ayetin bu önemli keşfe işaret ettiği düşünülebilir. (En doğrusunu Allah bilir.)
Bu konuyla ilgili bir diğer izah da yıldızlardaki nükleer reaksiyonlar sonucu ortaya çıkan ışık olarak düşünülebilir. Yıldızlar, nükleer reaksiyonlardan kaynaklanan çok büyük miktarlarda ısı, ışık yayan, son derece sıcak, parlak, döner gaz kütleleridir. Yeni oluşan büyük yıldızlar çoğunlukla kendi çekim kuvvetleriyle büzülmeye başlarlar. Bunun sonucunda merkezleri daha yoğun ve daha sıcak olur. Yıldızın merkezindeki madde yeterince ısındığında -en az 10 milyon oC olduğunda- ise nükleer reaksiyonlar başlar.1 Bir yıldızın içinde gerçekleşen olay, hidrojenin dev bir enerji ile (füzyonla) helyuma dönüşmesidir. Yıldızlarda kütlenin büyüklüğünden kaynaklanan çekim kuvveti, 4 hidrojen atomunu 1 helyum atomu oluşturmak üzere kaynaştırmaktadır. Bu esnada açığa çıkan enerji, kütlenin yüzeyinden ışık ve ısı halinde dışarı yayılır. Hidrojen tükendiğinde, yıldızda aynı şekilde daha ağır elementler oluşturmak üzere helyum yanmaya (füzyona) devam eder. Bu reaksiyonlar yıldızın kütlesi tükenene kadar devam eder.
Ancak yıldızlardaki reaksiyonlarda oksijen kullanılmadığı için, yanan odunda olduğu gibi sıradan bir yanma gerçekleşmez. Yıldızlarda dev alevler şeklinde görünen yanma da, gerçekte ateşten kaynaklanmaz. Nitekim ayette de bu tür bir yanma şekline işaret edilmektedir. Ayrıca ayette bir yıldızdan, onun yakıtından ve ateş olmayan bir yanmadan -yani reaksiyondan- bahsedildiği düşünülürse, ayetin yıldızlardaki ışık oluşumuna ve yanma şekline işaret ettiği şeklinde de düşünülebilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Bulutların Ağırlığı

Bulutların ağırlığı çok şaşırtıcı rakamlara ulaşmaktadır. Örneğin, kümülonimbüs türü fırtına bulutunda, 300.000 ton ağırlığa ulaşan miktarlarda su toplanmaktadır.
Gökyüzünde 300.000 tonluk bir kütlenin durabileceği bir düzenin "kurulmuş" olması kuşkusuz hayranlık uyandıran bir durumdur. Kuran'daki diğer bazı ayetlerde de bulutların ağırlığına şu şekilde dikkat çekilmektedir:
Rahmetinin önünde rüzgarları bir müjde olarak gönderen O'dur. Bunlar ağırca bulutları kaldırıp yüklendiğinde, onları (kuraklıktan) ölmüş bir şehre sürükleyiveririz ve bununla oraya su indiririz de böylelikle bütün ürünlerden çıkarırız… (Araf Suresi, 57)
O size şimşeği korku ve umut olarak gösteren, (yağmur yüklü) ağırlaşmış bulutları (inşa edip) ortaya çıkarandır. (Rad Suresi, 12)
bulut
Elbette Kuran'ın indirildiği dönemde insanların bulutların ağırlıkları ile ilgili bu bilgiye sahip olmaları mümkün değildir. Kuran ayetlerinde dikkat çekilen ve yakın geçmişte keşfedilen bu bilgi, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerinden bir diğeridir.

Yağmurdaki Ölçü

Kuran'da yağmur hakkında verilen bir diğer bilgi ise, yağmurun belli bir ölçü ile indirildiğidir. Zuhruf Suresi'nde şöyle buyurulur:
Ki O, belli bir miktar ile gökten su indirdi de, onunla ölü bir memleketi 'diriltti (ve her yanına hayat) yaydı'; siz de böyle (kabirlerinizden diriltilip) çıkarılacaksınız. (Zuhruf Suresi, 11)
yağmur
Yağmurdaki bu ölçü de, yine çağımızdaki araştırmalarla tespit edilmiştir. Ölçümlere göre, yeryüzünden bir saniyede 16 milyon ton su buharlaşmaktadır. Bir yılda bu miktar 505 trilyon tona ulaşır. Bu, aynı zamanda bir yılda Dünya'ya yağan yağmur miktarıdır. Yani su, sürekli bir denge içinde, "bir ölçüye göre" dönüp durmaktadır. Yeryüzündeki hayatın devamı da, bu su döngüsü sayesinde sağlanır. İnsan sahip olduğu tüm teknolojik imkanları kullansa dahi bu döngüyü asla yapay olarak gerçekleştiremez.
Eğer bu miktarda çok küçük bir değişiklik olsa bile, kısa bir zaman sonra büyük bir ekolojik dengesizlik ortaya çıkacak ve bu da hayatın sonunu getirecektir. Fakat hiçbir zaman böyle olmaz; yağmur, Kuran'da bildirildiği gibi, yeryüzüne her sene aynı miktarda inmeye devam eder.
Yağmurdaki ölçü sadece miktarında değil, aynı zamanda yağmur damlalarının düşüş hızında da söz konusudur. Yağmur damlası ne kadar büyük olursa olsun, yeryüzüne düşme hızları belli bir limitin üzerine çıkmaz.
Nobel ödüllü Alman fizikçi Philipp Lenard, çalışmaları sonucunda yağmur damlalarının çapları genişledikçe, düşme hızlarının arttığını tespit etmiştir. Ancak düşme hızındaki bu artış, yağmur damlasının çapı 4.5 mm olana kadar devam etmekteydi. Daha büyük yağmur damlalarında ise, düşme hızları saniyede 8 m'yi geçmemektedir.2 Bunun sebebi damlaların düşerken aldıkları şekildir. Yağmur damlalarının bu özel şekli, atmosferin sürtünme etkisini artırır ve damlaların belli bir hız limitini aşmalarını önler.
Görüldüğü gibi Kuran'da, yağmurun indirilişi ile ilgili, 1400 sene önce bilinmesi mümkün olmayan hassas bir ayara dikkat çekilmektedir.

Yağmurun Oluşumu

yağmur
Yukarıdaki çizimde okyanuslardaki köpüklenme ile oluşan su zerreciklerinin gökyüzüne fırlaması görülmektedir. Bu, yağmurun oluşumundaki ilk aşamadır. Bundan sonra oluşan bulutlardaki su damlacıkları havada asılı kalacak ve bunlar yoğunlaşarak yağmuru oluşturacaktır. Bu aşamaların tümü ayetlerde eksiksiz olarak bildirilmektedir.
Yağmurun nasıl oluştuğu uzun süre insanlar için bir sırdı. Ancak hava radarlarının keşfedilmesinden sonra, yağmurun hangi evrelerden geçerek oluştuğu kesinlik kazandı. Buna göre, yağmur üç evreden geçerek oluşur: Önce rüzgar yoluyla yağmurun "hammaddesi" havalanır. Ardından bulutlar meydana gelir ve en son olarak da yağmur damlacıkları ortaya çıkar.
Kuran'da yağmurun oluşumu ile ilgili aktarılanlarda ise, tam da bu süreçlerden söz edilmektedir. Bir ayette bu oluşum hakkında şöyle bir bilgi verilir:
Allah, rüzgarları gönderir, böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp-dağıtır ve onu parça parça kılar; nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün. Sonunda Kendi kullarından dilediğine verince, hemen sevince kapılıverirler. (Rum Suresi, 48)
Şimdi ayette ifade edilen üç evreyi teknik olarak inceleyelim:
1. EVRE: "Allah rüzgarları gönderir..."
Okyanuslardaki köpüklenme ile oluşan sayısız hava kabarcığı sürekli ortaya çıkmakta ve su zerreleri sürekli olarak gökyüzüne fırlamaktadır. Tuzca zengin olan bu zerreler daha sonra rüzgarlarla taşınır ve atmosferde yukarılara doğru yol alırlar. Aerosol adı verilen bu küçük parçacıklar "su tuzağı" adı verilen bir mekanizmayla yine denizlerden yükselen su buharını kendi çevrelerinde minik damlalar halinde toplayarak bulut damlalarını oluştururlar.
2. EVRE: "... böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça kılar..."
Tuz kristallerinin ya da havadaki toz zerrelerinin etrafında yoğunlaşan su buharı sayesinde bulutlar oluşur. Bunların içindeki su damlacıkları çok küçük olduklarından (0.01 ile 0.02 mm çapında) havada asılı kalırlar ve göğe yayılırlar. Böylece gökyüzü bulutlarla kaplanır.
3. EVRE: "... nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün."
Tuz kristallerinin ve toz zerreciklerinin etrafında biraraya gelen su parçacıkları iyice yoğunlaşarak yağmur damlalarını oluştururlar. Böylece havadan daha ağır bir konuma gelen damlalar, buluttan ayrılarak yağmur biçiminde yere düşmeye başlarlar.
Görüldüğü gibi yağmurun oluşumundaki her aşama, Kuran ayetlerinde bildirilmektedir. Üstelik bu aşamalar doğru sıralama ile açıklanmıştır. Dünyadaki birçok doğal olayda olduğu gibi, bunda da Allah en doğru açıklamayı yapmakta, üstelik bu açıklamayı keşfedilişinden asırlar önce Kuran'la insanlara duyurmaktadır.
Yağmurun oluşumu ile ilgili olarak başka bir ayette şu bilgiler verilmektedir:
Görmedin mi ki, Allah bulutları sürmekte, sonra aralarını birleştirmekte, sonra da onları üst üste yığmaktadır; böylece, yağmurun bunların arasından akıp-çıktığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar (gibi bulutlar) indiriverir, onu dilediğine isabet ettirir de, dilediğinden onu çevirir; şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp götürüverecektir. (Nur Suresi, 43)
Bulut tipleri üzerinde araştırma yapan bilim adamları yağmurun oluşumu ile ilgili şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşmışlardır. Yağmur bulutları belirli bir sistem ve aşamalar dahilinde oluşmakta ve şekillenmektedir. Yağmur bulutlarından biri olan kümülonimbüs türü bulutların oluşum aşamaları bilimsel olarak şöyledir:
1. AŞAMA, Sürülme: Bulutlar rüzgarlar tarafından bulundukları yerden itilir yani sürülürler.
2. AŞAMA, Birleşme: Rüzgar tarafından itilen bu küçük boyuttaki bulutlar (kümülonimbüs) sürüklendikleri yerde birleşip yeni büyük bulutları oluştururlar.3
3. AŞAMA, Yığılma: Küçük bulutlar birleştikten sonra büyük bulutun içindeki yukarı doğru çekiş kuvveti artar. Bulutun merkezindeki yukarı çekiş kuvveti kenarlardaki çekişten daha güçlüdür. Bu yukarı çekişler bulutun gövdesinin dikey olarak büyümesine neden olur. Böylece bulutlar yukarıya doğru genişleyerek üst üste yığılmış olur. Bu, dikey olarak büyümüş bulutun gövdesinin atmosferin daha serin yerlerine doğru uzamasına sebep olur. İşte bu noktada atmosferin serin bölgelerinde bulutta su ve dolu damlaları büyümeye başlar.
Bu aşamaların sonucunda, su ve dolu damlaları -yukarı çekiş gücünün onları destekleyemeyeceği kadar- ağırlaştıkları zaman da bulutlardan yağmur, dolu vs. şeklinde düşmeye başlarlar.4
Unutmamak gerekir ki meteorologlar bulut oluşumu, yapısı ve fonksiyonu ile ilgili detayları gelişmiş ekipmanlar (uçak, uydu, bilgisayar vs.) kullanarak yakın zamanda öğrenmişlerdir. Görülen odur ki, Allah bu ayetlerinde de bize 1400 sene öncesinde bilinmesi mümkün olmayan bir bilgi vermiştir.

Toprağın Titreşip Kabarması

... Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten (ürünler) bitirir. (Hac Suresi, 5)
Yukarıdaki ayette "titreşir" olarak çevrilen kelimenin Arapçası "ihtezzet"tir ve bu kelime "harekete geçmek, canlanmak, titreşmek, kıpırdamak, kımıldamak, bitkinin harekete geçmesi ve uzaması" anlamlarına gelir. "Kabarır" olarak çevrilen "rebet" kelimesi ise "artmak, fazlalaşmak, kabarmak, büyümek, gelişmek, (bitkinin) yükselmesi, erzak sağlamak, şişmek, içi hava dolmak" anlamlarına gelir. Ayette geçen bu kelimeler yağmur esnasında, toprağın moleküler yapısındaki değişiklikleri en uygun kelimelerle tarif etmektedir.
Ayette tarif edilen hareketlilik, yerkabuğunun depremler sırasında olduğu gibi toplu hareketinden farklıdır ve toprağı oluşturan parçacıkların titreşmesi olarak ifade edilmektedir. Toprak parçacıkları birbiri üzerine geçen katmanlardan oluşur ve su bu katmanların arasına nüfuz ettiğinde, toprak parçacıklarının hacimce büyümesine, kabarmasına sebep olur. Ayette bahsedilen aşamalar bilimsel olarak şu şekildedir:
1. Toprağın titreşmesi: Toprak yağmur suyunu yeteri miktarda emdiğinde, toprak parçacıklarının yüzeyinde oluşan elektrostatik yük, dengesizliğe sebep olur, ki bu da parçacıkların titreşmesine yol açar. Bu titreşim parçacıkların elektriksel yükü dengelenene kadar devam eder. Toprak parçacıklarının hareketlenip titreşmesi su parçacıklarıyla çarpışmasından da kaynaklanır. Su parçacıklarının hareketi belli bir yönde değildir. Her yönden çarpan su, toprak parçacıklarının yerlerini değiştirmesine sebep olur. Bu hareketlilik günümüzde "Brown hareketi (Brownian movement)" olarak bilinen ve 1827'de Robert Brown adında İskoçyalı bir botanikçinin tarif ettiği mikroskobik parçacıkların hareketliliğidir.5 Brown, yağmur damlaları toprağa düştüğünde, toprak moleküllerinde bir tür silkelenme ve titreşim meydana getirdiğini keşfetmiştir.
2. Toprağın kabarması: Yağmur yağdığında farklı yönlerden gelen su damlaları, toprak parçacıklarının titreşmesine, böylece su emerek hacimlerinin genişlemesine yol açar. Çünkü su bol miktarda olduğunda toprak parçacıklarının arasındaki mesafe artar. Bu boşluklar su parçacıklarının ve erimiş iyonların toprağın içine girişine olanak sağlar. Su ve suyun içinde erimiş şekilde yer alan diğer besleyici maddeler katmanlar arasında yayılır. Bu da toprak parçacıklarının hacminde büyümeye sebep olur. Dolayısıyla bu parçacıklar toprağı canlandırmak için gereken su deposu olarak işlev görürler. Yerçekimine rağmen suyun sızmadan, toprak parçacıkların katmanları arasında depolanması Allah'ın insanlar üzerindeki sonsuz rahmetinin örneklerinden biridir. Eğer toprağın suyu tutma özelliği olmasaydı ve toprakta bu mineral depoları oluşmasaydı, su toprağın derinliklerine sızacak ve bitkiler kısa zamanda ölecekti. Ancak Rabbimiz toprağı çeşitli ürünler çıkmasını mümkün kılacak özelliklerle birlikte yaratmıştır.
3. Toprağın ürün vermesi: Topraktaki su yeterli miktara ulaştığında, tohumlar aktif hale gelir ve basit besleyici elementleri emmeye başlar. Gittikçe gelişen bitkiler su ihtiyaçlarını 2-3 ay boyunca bu depolardan elde ederler.
Kuru toprağa yağmur düştüğünde oluşan olaylar, yukarıdaki ayette üç aşamalı olarak anlatılmaktadır: Toprağın titreşmesi, toprağın kabarması ve toprağın ürün vermesi. Görüldüğü gibi Kuran'da günümüzden 14 yüzyıl önce bildirilen bu aşamalar, bilimsel açıklamalarla tam bir paralellik içindedir. Bir başka ayette ise ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır:
Ölü toprak kendileri için bir ayettir; Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle ondan yemektedirler. (Yasin Suresi, 33)

Ölü Bir Beldeyi Canlandıran Yağmurlar

Kuran'da, yağmurun "ölü bir beldeyi diriltme" işlevine birçok ayette dikkat çekilir:
... Biz gökten tertemiz bir su indirmekteyiz. Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için. (Furkan Suresi, 48-49)
yağmur
Yağmurun, canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan suyu yeryüzüne bırakmasının yanında bir de gübreleme özelliği vardır. Denizlerden buharlaşarak bulutlara ulaşan yağmur damlaları, ölü toprağı "canlandıracak" bazı maddeler içerirler. Bu "canlandırıcı" özellikli yağmur damlalarına "yüzey gerilim damlaları" adı verilir. Yüzey gerilim damlaları, biyologların deniz yüzeyinin mikro katmanı dedikleri üst kısımda oluşurlar; milimetrenin onda birinden daha ince olan bu yüzeysel zarda, mikroskobik alglerin ve zooplanktonların bozulmasından gelen pek çok organik artık vardır. Bu artıkların bazıları, deniz suyunda çok az bulunan fosfor, magnezyum, potasyum gibi elementleri ve ayrıca bakır, çinko, kobalt ve kurşun gibi ağır metalleri seçip ayırarak, kendi içlerinde toplarlar. Yeryüzündeki tohum ve bitkiler, yetişmeleri için gereksinim duydukları çok sayıdaki madensel tuzları ve elementleri işte bu yağmur damlalarında bulurlar. Kuran'da, bir başka ayette bu olay şöyle bildirilir:
Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. (Kaf Suresi, 9)
Yağışlarla toprağa inen bu tuzlar, verimi artırmak için kullanılan geleneksel gübrelerin bazılarının (kalsiyum, magnezyum, potasyum vb.) küçük örnekleridir. Bu tür aerosellerde bulunan ağır metaller ise, bitkilerin gelişiminde ve üretiminde verimlilik artırıcı elementleri oluştururlar. Kısacası, yağmur önemli bir gübredir. Fakir bir toprak, yalnızca yağmur aracılığıyla gelen bu gübrelerle bile, yüzyıllık bir süre içinde bitkiler için gereken tüm elementleri kazanabilir. Ormanlar da, yine bu deniz kökenli aerosoller yardımıyla gelişir ve beslenirler.
Bu yolla, her yıl kara parçalarının toplam yüzeyi üzerine 150 milyon ton gübre düşmektedir. Bu doğal gübreleme işleyişi olmasaydı, Dünya üzerinde çok daha az bitki olacak, hayat dengesi bozulacaktı. Ayette verilen, yağmurun canlandırma özelliği ile ilgili bilgi, Kuran'ın sayısız mucizevi özelliğinden sadece biridir.

Dolu Yağışı, Şimşek Ve Gökgürültüsünün Oluşumu

... Gökten içinde dolu bulunan dağlar (gibi bulutlar) indiriverir, onu dilediğine isabet ettirir de, dilediğinden onu çevirir; şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp götürüverecektir. (Nur Suresi, 43)
Yukarıdaki ayette, şimşeğin doluyla olan ilgisine dikkat çekilmektedir. Dolunun, şimşeğin oluşumundaki etkisi araştırıldığında, ayette önemli bir meteorolojik gerçeğe işaret edildiği görülecektir. Meterology Today (Günümüzde Meteoroloji) adlı kitapta dolu ve şimşeğin oluşumu ile ilgili şöyle bir yorum getirilmektedir:
Aşırı soğumuş damlacıklardan ve buz kristallerinden oluşan bir bulut bölgesinden dolu düştükçe bulutlar elektrik yüklenir. Sıvı halindeki damlacıklar da dolu taneleriyle çarpıştıklarında, temas anında donarlar ve potansiyel ısılarından kaybederler. Bu, dolunun yüzeyinin buz kristalinin çevresinden daha sıcak kalmasını sağlar. Dolu buz kristali ile temasa geçtiğinde ise önemli bir olay gerçekleşir. Elektronlar daha soğuk olandan daha sıcak olana doğru akarlar. Bunun sonucunda dolu negatif yüklü olur. Aynı etki çok soğumuş su damlaları bir dolu tanesi ile temasa geçtiğinde ve pozitif yüklü çok küçük buz parçaları kırıldığında da olur. Daha hafif ve pozitif yüklü parçacıklar hava akımıyla bulutların yukarı tarafına doğru taşınırlar. Negatif yükle kalan dolu bulutun aşağı kısmına doğru düşer, böylece bulutun aşağı tarafı negatif yüklenir. Bu negatif yükler yıldırım olarak yeryüzüne doğru deşarj olurlar. Bu bakımdan dolu, yıldırımın oluşumunda ana etkendir.6
dolu yağışı
Su damlasının yukarıya doğru hareketinde, donma düzeyine gelmesiyle su damlası donar ve düşerken başka damlacıklarla çarpıştıkça üzerine buz yüzeyleri eklenir, bu şekilde buz oluşur.
Aşağıdaki ayette ise yağmur bulutlarının şimşeklerle olan bağlantısına ve bu oluşumların sıralamasına dikkat çekilmiştir ki, bunlar da bilimsel bulgularla tam bir paralellik içindedir:
Ya da (bunlar) karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek(ler)le yüklü, 'gökten şiddetli bir yağmur fırtınasına tutulmuş gibidirler ki, yıldırımların saldığı dehşetle'; ölüm korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar... (Bakara Suresi, 19)
Yağmur bulutları 25.6 km2 - 256 km2 genişliğinde, 9.000-12.000 m yüksekliğindeki çok büyük kütleler halindedir. Bu olağanüstü kalınlıktan ötürü, bu bulutların tabanı karanlıktır. Güneş ışınları, bulutu oluşturan su ve buz parçacıklarının çok fazla miktarda olmasından dolayı geçiş imkanı bulamazlar. Bu yoğunluk dolayısıyla, yeryüzüne bu bulutlar arasından çok az miktarda güneş ışığı ulaşır ve bu yüzden yeryüzünden bakan bir kişi bulutu karanlık olarak görür. Bulutun üst kısımlarında ise karanlık daha azdır ve yeryüzüne yaklaştıkça karanlık daha artar.7
Karanlığın ardından ayette dikkat çekilen, gök gürültüsü ve şimşeğin oluşum aşamaları ise şöyledir: Yağmur bulutlarının içinde elektrik yükü birikimi oluşur. Bulutlardaki bu elektriklenme, donma, damlacıkların bölünmesi, temas sırasındaki elektriklenme gibi süreçler sonucunda oluşur. Bu tür bir elektrik yükü birikimi, araya giren havanın onları izole edemeyecek duruma gelmesiyle, büyük bir kıvılcım, pozitif ve negatif alanlar arasında deşarj olur. Zıt yüklerle yüklü iki bölge arasındaki voltaj 1 milyar volta ulaşabilir. Kıvılcım bulut içinde de oluşabilir, pozitif yüklü bir alandan negatif yüklü bir alana doğru iki bulut arasında akabilir veya bir buluttan yeryüzüne doğru boşalabilir. Bu kıvılcımlar göz kamaştıran şimşek çakmalarını oluşturur. Şimşek hattı boyunca oluşan elektrik yükündeki bu ani artış, çok yüksek ısılara (10.000 °C) sebep olur. Bunun sonucunda havada ani bir genleşme olur ve çok büyük bir patlama sesi olarak açığa çıkan gök gürültüsü oluşur.8
Görüldüğü gibi bir yağmur bulutunda sırasıyla karanlık tabakalar, şimşek olarak bilinen elektrik yüklü kıvılcımlar ve gök gürültüsü olarak bilinen patlama sesi oluşur. Modern bilimin bulutların oluşumu, gök gürültüsü ve şimşeğin sebepleri ile ilgili tüm söyledikleri, Kuran ayetlerinin tüm tarifleri ile büyük bir uyum içindedir.

Aşılayıcı Rüzgarlar

Kuran'ın bir ayetinde rüzgarların "aşılama" özelliğine ve bunun sonucunda yağmurun oluştuğuna şöyle dikkat çekilir:
Ve aşılayıcılar olarak rüzgarları gönderdik, böylece gökten su indirdik de sizleri suladık... (Hicr Suresi, 22)
Ayette, yağmur oluşumundaki ilk aşamanın rüzgarlar olduğuna dikkat çekilmektedir. Oysa 20. yüzyılın başlarına kadar, rüzgarla yağmurun yağması arasındaki tek ilişki rüzgarın bulutları sürüklemesi olarak biliniyordu. Modern meteorolojik bulgular ise rüzgarların yağmurun oluşumunda "aşılayıcı" rol oynadıklarını gösterdi.
Rüzgarların bu aşılama özelliği daha önce de değindiğimiz gibi şöyle gerçekleşir: Okyanusların ve denizlerin yüzeyinde, köpüklenme nedeniyle her an sayısız hava kabarcığı oluşmaktadır. Bu kabarcıklar patladıkları anda, milimetrenin 100'de biri çapındaki binlerce parçacığı havaya fırlatırlar. "Aerosol" adı verilen bu parçacıklar, rüzgarlar sayesinde karalardan gelen tozlarla karışarak atmosferin üst katmanlarına taşınır. Rüzgarların bu şekilde yükseklere taşıdığı parçacıklar, burada su buharı ile temas eder. Su buharı da bu parçacıkların etrafına toplanarak yoğunlaşır ve su damlacıklarına dönüşür. Bu su damlacıkları önce biraraya gelerek bulutları oluşturur, bir süre sonra da yağmur olarak yeryüzüne iner. Görüldüğü gibi rüzgarlar, havada serbest halde bulunan su buharını denizlerden taşıdıkları parçacıklarla "aşılamakta" ve böylece yağmur bulutlarının oluşumunu sağlamaktadır.
dalga
Yukarıdaki resimde bir dalganın oluşum aşamaları görülmektedir. Dalgalar suyun üzerinde esen rüzgarlar sayesinde oluşur. Rüzgarlarla birlikte su zerrecikleri dairesel olarak hareket etmeye başlar. Bu hareket kısa bir süre sonra arka arkaya eklenen dalgaları oluşturacak ve dalgalarla birlikte oluşan hava kabarcıkları havaya yayılacaktır. İşte bu yağmurun oluşmasındaki ilk aşamadır. Bu oluşum ayette de aşılayıcılar olarak rüzgarların gönderilmesi ve bu sayede gökten su indirildiği şeklinde haber verilmektedir.
Eğer rüzgarların bu özelliği olmasa, yüksek atmosferdeki su damlacıkları hiçbir zaman oluşamayacak ve yağmur diye bir şey de olmayacaktı.
Burada önemli olan nokta ise, rüzgarların yağmur oluşumundaki bu kritik görevinin asırlar önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır. Hem de insanların doğa olayları hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmedikleri bir devirde...
Ayette rüzgarların aşılayıcı yönüyle ilgili haber verilen diğer bir bilgi de, rüzgarların bitkilerin döllenmesindeki rolüdür. Yeryüzündeki pek çok bitki, türünün devamını polenlerini rüzgar vasıtasıyla dağıtarak sağlar. Birçok açık tohumlu bitki, çam ağaçları, palmiye ve benzeri ağaçlar, ayrıca çiçek veren tüm tohumlu bitkiler ile çimensi otların tamamı rüzgarlarla döllenirler. Rüzgar, çiçek tozlarını bitkilerden alıp, aynı türden diğer bitkilere taşıyarak döllenmeyi gerçekleştirir.
polen
Rüzgarın bitkiler üzerinde nasıl bir aşılama yapabileceği yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Ancak bitkilerin de erkek ve dişi olmak üzere cinsiyet farkı olduğunun anlaşılması üzerine, rüzgarların böyle bir aşılayıcı etkisi olduğu anlaşıldı. Bu gerçeğe Kuran'da, "Biz gökten su indirdik, böylelikle oradaher güzel olan çiftten bir bitki bitirdik."(Lokman Suresi, 10) ayetiyle dikkat çekilmektedir.

Rüzgarın Oluşumundaki Düzen

... ve rüzgarları (belli bir düzen içinde) yönetmesinde aklını kullanan bir kavim için ayetler vardır." (Casiye Suresi, 5)
Rüzgar, farklı ısı merkezleri arasında oluşan hava akımıdır. Atmosferdeki farklı ısılar, farklı hava basınçları oluşturduğundan, hava sürekli olarak yüksek basınçtan alçak basınca doğru akar. Basınç merkezleri, yani atmosferdeki ısılar arasındaki fark eğer büyük olursa, hava akımı yani rüzgar şiddetli olur ki, büyük yıkımlara yol açan kasırgalar böyle oluşmaktadır.
Burada şaşırtıcı olan, ekvator ve kutuplar gibi aralarında çok büyük fark olan ısı ve basınç kuşaklarına rağmen, Allah'ın belli bir düzen içinde yaratışı sayesinde, Dünyamızın çok sert rüzgarlara maruz kalmamasıdır. Eğer kutuplar ve ekvator arasında gerçekleşecek dev hava akımı yumuşatılmış olmasaydı, Dünya yüzeyi sürekli olarak şiddetli kasırgaların yaşandığı bir ölü gezegene dönüşürdü.
Yukarıdaki ayette "tasrifir riyah" ifadesindeki "tasrif" kelimesi "birşeyi çok çevirip döndürmek, yönlendirmek, bir işe yön vermek, idare etmek, dağıtımını yapmak" anlamlarına gelir. Görüldüğü gibi rüzgar için seçilen bu kelime rüzgarların düzen içindeki hareketlerini tam olarak tarif etmektedir. Ayrıca bu durum rüzgarın kendi kendine gelişi güzel esmediğinin de çok açık bir anlatımıdır. Rüzgarları, insanlar için yaşamı olanaklı kılacak şekilde yöneten Allah'tır.

Fotosentezin Sabah Vakti Başlaması

Kararmaya ilk başladığı zaman, geceye andolsun, ve nefes almaya başladığı zaman, sabaha... (Tekvir Suresi, 17-18)
Bilindiği gibi bitkiler fotosentez yaparken, havadaki karbondioksidi yani insanın kullanmadığı zararlı gazı alır ve onun yerine atmosfere oksijen bırakırlar. Nefes aldığımızda içimize çektiğimiz ve asıl hayat kaynağımız olan oksijen, fotosentezin ana ürünüdür. Atmosferdeki oksijenin yaklaşık %30'u karadaki bitkiler tarafından üretilirken, geri kalan %70'lik bölüm denizlerde ve okyanuslarda bulunan ve fotosentez yapabilen bitkiler ve tek hücreli canlılar tarafından üretilir.
fotosentez
Fotosentez, bilim adamlarının bugün bile tam olarak açıklayamadıkları eşsiz bir süreçtir. Bu işlemi çıplak gözle göremeyiz, çünkü bu mekanizma çalışmak için atomları ve molekülleri kullanır. Ancak, fotosentezin sonuçlarını nefes almamızı sağlayan oksijen ve hayatta kalmamızı sağlayan besinlerde görebiliriz. Fotosentez anlaşılması zor kimyasal formüller, günlük hayatta hiç karşılaşmadığımız küçüklükte sayı ve ağırlık birimleri içeren, çok hassas dengeler üzerine kurulmuş bir sistemdir. Etrafımızdaki bütün yeşil bitkilerde, bu işlemin gerçekleştiği kimya laboratuvarlarından trilyonlarcası kuruludur. Üstelik bitkiler milyonlarca yıldır hiç durmadan ihtiyacımız olan oksijeni, besinleri ve enerjiyi üretmektedirler.
Yandaki grafikte fotosentez ve ışık miktarı arasındaki bağlantı görülmektedir.
Fotosentezin en verimli olduğu zaman, oksijenin en fazla üretildiği zamandır. Bu da güneş ışığının en yoğun olduğu sabah saatlerinde gerçekleşir. Güneş'in doğmasıyla birlikte, yaprakta terleme ve buna bağlı olarak fotosentez artmaya başlar. Öğleden sonra ise bu olay tersine döner; yani fotosentez yavaşlar, solunum artar, çünkü sıcaklığın artmasıyla birlikte terleme de hızlanmaktadır. Geceleyin ise sıcaklığın azalmasıyla birlikte terleme yavaşlar ve bitki rahatlar.
bitki
Bilindiği gibi fotosentez, bitkilerin, kimi zaman da bazı bakteri ve tek hücreli canlıların, karbondioksit ve sudan, şeker (karbonhidrat) üretmek için güneş ışınıyla gelen enerjiyi kullanmalarıdır. Bu reaksiyon sonucunda güneş ışınındaki enerji, üretilen şeker molekülünün içine depolanmış olur. Kullanılamayan güneş enerjisinin kullanılabilir kimyasal enerjiye dönüşme işlemi sırasında gerçekleşen reaksiyon aşağıdaki formülde özetlenir:
6H2O + 6CO2 ---FOTOSENTEZ---> C6H12O6+ 6O2
(6 su molekülü + 6 karbondioksit molekülü - FOTOSENTEZ sonucunda -
1 şeker molekülü + 6 oksijen molekülüne dönüşür.)
Tekvir Suresi'nde sabah vakti ile ilgili olarak dikkat çekilen "iza teneffese" yani "nefes almaya başladığı zaman" ifadesi, mecaz yoluyla teneffüs etmek, solumak, derin derin nefes almak anlamlarına gelir. Ayette vurgulanan bu ifade, sabah vakti oksijen üretiminin başlaması, solunumun ana şartı olan oksijenin en yoğun olarak bu vakitte elde edilmesi açısından oldukça dikkat çekicidir. Ayette sabah vakti ile ilgili olarak, bu durum üzerine yemin edilmesi de konunun önemini ayrıca vurgulamaktadır. 20. yüzyılın önemli keşifleri arasında yer alan fotosentez faaliyeti, Allah'ın yukarıdaki ayetle işaret ettiği Kuran'ın bilimsel mucizelerinden biridir.

Denizlerin Birbirine Karışmaması

Denizlerin, araştırmacılar tarafından çok yakın bir geçmişte tespit edilen bir özelliği, Kuran'ın Rahman Suresi'nde şöyle bildirilir:
Birbirleriyle kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler. (Rahman Suresi, 19-20)
denizlerin birbirine karışmamasıAkdeniz'de ve Atlas Okyanusu'nda büyük dalgalar, güçlü akıntılar ve gel-gitler vardır. Akdeniz'in suyu, Cebelitarık Boğazı'nda Atlas Okyanusu ile karşılaşır. Ama bu karşılaşma sonucu kendi sıcaklık, tuzluluk ve yoğunluk özellikleri değişmez. Çünkü iki deniz arasında görülmeyen bir sınır vardır.
Birbirine açılan fakat suları kesinlikle birbiriyle karışmayan denizlerin ayette bildirilen bu özelliği, okyanus bilimciler tarafından çok yakın bir zaman önce keşfedilmiştir. "Yüzey gerilimi" adı verilen fiziksel bir kuvvet nedeniyle, komşu denizlerin sularının karışmadığı ortaya çıkmıştır. Denizlerin farklı yoğunluklarından kaynaklanan yüzey gerilimi, adeta bir duvar gibi sularının birbirine karışmasını engeller.9
Elbette ki insanların, fizikten, yüzey geriliminden, okyanus biliminden haberdar olmadıkları bir devirde bu gerçeğin Kuran'da bildirilmiş olması son derece dikkat çekici bir durumdur.

Denizlerdeki Karanlık İç Dalgalar

Ya da (inkar edenlerin amelleri) engin bir denizdeki karanlıklara benzer; onun üstünü bir dalga kaplar, onun üstünde bir dalga, onun da üstünde bir bulut vardır. Bir kısmı bir kısmı üzerinde olan karanlıklar; elini çıkardığında onu bile neredeyse göremeyecek. Allah kime nur vermemişse, artık onun için nur yoktur. (Nur Suresi, 40)
Derin denizlerdeki genel ortam Oceans (Okyanuslar) adlı kitapta şu şekilde tanımlanmaktadır:
Bugün biliyoruz ki, derin denizlerdeki ve okyanuslardaki karanlık, yaklaşık olarak 200 m ve daha derin yerlerde olur. Bu derinlikte, hemen hemen hiç ışık yoktur. 1.000 m'nin altındaki derinliklerde ise artık hiçbir şekilde ışığa rastlamak mümkün değildir.10
Günümüzde bir denizin genel coğrafi yapısı, içinde yaşayan canlıların özellikleri, tuzluluk oranı gibi bilgilerin yanı sıra, içerdiği su miktarı, yüz ölçümü ve derinliği gibi bilgileri de edinmek mümkündür. Günümüz teknolojisi kullanılarak üretilmiş olan denizaltı gibi araçlar ve çeşitli özel aletler bu bilgilere ulaşmakta kullanılan en önemli aracıdırlar.
iç dalga
Günümüz teknolojisi ile yapılan ölçümlere göre güneş ışığının %3-30'u deniz yüzeyinde yansıtılır. İlk 200 metredeyse ışık spektrumunun mavi ışığı en son olmak üzere 7 rengin tümü ardı ardınca emilir (soldaki resim). 1.000 m'nin altındaki derinliklerde ise artık hiçbir şekilde ışığa rastlamak mümkün değildir (üstteki resim). Bu bilimsel gerçeğe 1400 yıl önce Nur Suresi'nin 40. ayetinde dikkat çekilmiştir.
Bir insanın bu aletler olmadan 70 m'den daha derine dalması ise neredeyse imkansızdır. Bununla birlikte bir insanın yardımsız olarak okyanusların 200 m civarındaki karanlık derinliklerinde yaşaması da kesinlikle mümkün değildir. Bu nedenle bilim adamları denizler hakkındaki detaylı bilgileri çok yakın zamanlarda keşfetmişlerdir. Oysa engin denizlerin karanlık olduğu bilgisi Kuran'da bundan 1400 sene önce haber verilmiştir. Hiçbir teknolojinin, dolayısıyla insanların denizlerin derinliklerine dalacak araçlarının olmadığı bir dönemde, böyle bir bilginin verilmiş olması elbette Kuran mucizelerinden biridir.
Bununla birlikte Nur Suresi'nin 40. ayetinde belirtilen "… engin bir denizdeki karanlıklara benzer; onun üstünü bir dalga kaplar, onun üstünde bir dalga, onun da üstünde bir bulut vardır…" ifadesi de Kuran'daki başka bir bilimsel mucizeye işaret etmektedir:
Bilim adamları yakın zamanda "farklı yoğunluktaki katmanlar arasında yoğunluk ara yüzlerinde meydana gelen iç dalgalar"ın olduğunu bulmuşlardır. İç dalgalar deniz ve okyanusların derinliklerini kaplar; çünkü derin denizlerin, üzerlerindeki sudan daha fazla yoğunlukları vardır. İç dalgalar yüzey dalgaları gibi davranır. Yüzey dalgaları gibi onlar da kırılabilir. İç dalgalar, insan gözüyle görülemez; ancak belirli bir bölgedeki sıcaklık ve tuzluluk değişiklikleri incelendiğinde bu dalgalar fark edilebilir.11
iç dalgalar
Ayetteki ifadelerle yukarıdaki anlatım birbirleriyle tamamen paraleldir. Yapılan araştırmalar olmadan bir insan ancak denizin yüzeyinde bulunan dalgaların varlığını bilebilir. Bunların dışında denizin içinde meydana gelen dalgalanmalardan haberdar olması ise mümkün değildir. Ama Nur Suresi'nde Allah denizlerin derinliklerindeki ikinci bir dalga şekline dikkat çekmiştir. Elbette bilim adamlarının yakın zamanlarda keşfettikleri bu gerçek de, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Hareketlerimizi Yönlendiren Bölge

Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; o yalancı, günahkar olan alnından. (Alak Suresi, 15-16)
Yukarıdaki ayetlerde geçen "yalancı, günahkar olan alın" tanımlaması son derece dikkat çekicidir. Çünkü son yıllarda yapılan araştırmalar, kafatasının ön alın bölgesinde, beynin bazı faaliyetleri yöneten bölümünün bulunduğunu göstermiştir. 1400 yıl önce Kuran'da dikkat çekilen bu bölge ve görevi hakkındaki bilgilere günümüz bilim adamları, ancak son 60 yıl içinde açıklama getirilebilmişlerdir. Kafatasının içine, başın ön kısmına bakıldığında beynin ön alın bölgesi görülecektir. Bu bölgenin fonksiyonları hakkında fizyoloji dalında yapılan araştırmalar neticesinde elde edilen bilgiler Essentials of Anatomy and Physiology(Anatomi ve Fizyolojinin Esasları) isimli kitapta şu şekilde geçmektedir:
Hareketlerin motivasyonu, planlama öngörüşü ve başlatılması alın loblarının ön kısmı olan ön alın bölgesinde (cerebrum) gerçekleşir. Burası çağırışım (birlik) korteksinin bir bölgesidir…12
Kitapta bu bölge ile ilgili ayrıca şu ifadeler yer almaktadır:
Hareketle olan ilgisiyle beraber, ön alın bölgesinin aynı zamanda saldırganlığın da fonksiyonel merkezi olduğu düşünülmektedir…13
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, beynin ön alın bölgesi, planlama, motivasyon ve iyi veya kötü hareketlerin başlatılması, yalan veya doğrunun söylenmesi ile ilgili faaliyetlerin tümünü yürütmektedir.
Görüldüğü gibi Alak Suresi'nde geçen "yalancı günahkar olan alın" ifadesi ile yukarıdaki tanımlama büyük bir paralellik göstermektedir. Bilim adamlarının son altmış yıl içinde keşfettikleri bu gibi bilimsel gerçekleri Allah, Kuran ayetlerinde asırlar önce insanlara haber vermektedir.

Sütün Oluşumu

Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır, size onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir süt içirmekteyiz. (Nahl Suresi, 66)
Vücudun beslenmesini sağlayan temel maddeler, sindirim sistemindeki kimyasal dönüşümler sonucunda oluşur. Sindirilen bu besin maddeleri daha sonra bağırsak duvarından kan dolaşım sistemine geçerler. Kan dolaşımı sayesinde ilgili organlara sevk edilmiş olurlar.
Süt bezleri de diğer vücut dokuları gibi kan yoluyla kendilerine getirilen sindirilmiş gıdalarla beslenirler. Bu nedenle kan, besinlerden gelen gıdaların toplanıp iletilmesinde çok önemli bir rol oynar. Süt de tüm bu aşamalardan sonra süt bezleri tarafından salgılanır ve sindirilmiş besinin kan dolaşımıyla taşınması sonucunda oluştuğu için besin değeri oldukça yüksektir. İnsanlar ne hayvanın karnındaki yarı sindirilmiş besini ne de hayvanın kanını doğrudan tüketebilirler. Bunları doğrudan tüketmeleri ciddi zehirlenmelere hatta ölüme yol açabilir. Ama Allah, yarattığı son derece kompleks biyolojik sistemler sayesinde, bu sıvıların içinden temiz ve sağlıklı bir gıdayı insanların faydasına sunmaktadır. Böylece insanların doğrudan tüketemeyeceği kan ve yarı sindirilmiş besinden içilir nitelikte, besleyici süt üretilmiş olur.
Görüldüğü gibi Nahl Suresi'nin 66. ayetinde, sütün biyolojik oluşumu ile ilgili tarif edilenler, günümüz biliminin ortaya koyduğu bilgilerle büyük bir uyum içindedir. Memelilerin sindirim sistemine yönelik uzmanlık gerektiren böyle bir bilginin Kuran'ın indirildiği dönemde insanlar tarafından bilinmesinin mümkün olmayacağı ise son derece açıktır.

Parmak İzindeki Kimlik

Kuran'da, insanları ölümden sonra diriltmenin Allah için çok kolay olduğu anlatılırken, insanların özellikle parmak uçlarına dikkat çekilir:
Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymaya güç yetirenleriz. (Kıyamet Suresi, 4)
Ayette parmak uçlarının vurgulanması, son derece hikmetlidir. Çünkü parmak izindeki şekiller ve detaylar, tamamen kişiye özeldir. Şu an dünya üzerinde yaşayan ve tarih boyunca yaşamış olan tüm insanların parmak izleri birbirinden farklıdır. Dahası, aynı DNA dizilimine sahip tek yumurta ikizleri dahi farklı parmak izine sahiptirler.14
Parmak izi doğumdan önce cenin üzerinde son şeklini alır ve kalıcı yara olması dışında ömür boyu sabit kalır. İşte bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir "kimlik kartı" sayılmakta ve parmak izi bilimi ise insanlar tarafından yanılmaz kimlik tespit yöntemi olarak kullanılmaktadır.
parmak izi
Tek yumurta ikizleri de dahil olmak üzere, her insanın parmak izi kendine özeldir. Başka bir deyişle, insanların parmak uçlarında kimlikleri şifrelenmiştir. Bu şifreleme sistemini, günümüzde kullanılmakta olan barkod sistemine benzetmek de mümkündür.
Ancak önemli olan, parmak izinin özelliğinin ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiş olmasıdır. Ondan önce, insanlar parmak izini hiçbir özelliği ve anlamı olmayan çizgiler olarak görmüştür. Fakat Kuran'da, o dönemde kimsenin dikkatini dahi çekmeyen parmak izleri vurgulanmakta ve bu izlerin ancak çağımızda fark edilen önemine dikkat çekilmektedir.

Dişi Balarısı

Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. - Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır. (Nahl Suresi, 68-69)
dişi balarısı
Her arının çok fazla görevinin olduğu arı kolonilerindeki tek istisna erkek arılardır. Erkek arılar ne kovanın savunmasına, ne temizliğine, ne besin toplamaya, ne de petek veya bal yapımına bir katkıda bulunurlar. Erkek arıların kovan içindeki tek fonksiyonları kraliçe arıyı döllemektir.15 Çiftleşme organları dışında diğer arılarda bulunan özelliklerin hemen hemen hiçbirine sahip olmadıkları için erkek arıların kraliçe arıyı döllemekten başka bir iş yapmaları da mümkün değildir.
Koloninin tüm yükü üzerinde bulunan işçi arıların ise, kraliçe arılar gibi dişi olmalarına rağmen yumurtalıkları gelişmemiştir, yani kısırdırlar. Kovanın temizliği, arı larvalarının ve yavrularının bakımı, kraliçe arı ve erkek arıların beslenmesi, bal yapılması, peteklerin inşası ve onarım işleri, kovanın havalandırılması, kovanın güvenliği, nektar (bal özü), polen (çiçek tozu), su, reçine gibi malzemelerin toplanması ve bunların kovanda depolanması gibi görevleri vardır.
Arapçada iki çeşit fiil kullanımı vardır ve fiillerin bu kullanımlarından, öznenin erkek mi yoksa dişi mi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yukarıdaki ayetlerde arı için kullanılan fiiller (altı çizili kelimeler), fiilin dişi için olan şekliyle kullanılmıştır. Böylece Kuran'da bal yapımında çalışan arıların dişi olduğuna işaret edilmektedir.16
Unutulmamalıdır ki arılarla ilgili bu gerçeğin bundan 1400 sene önce bilinmesi mümkün değildir. Ama Allah bu gerçeğe dikkat çekerek Kuran'ın bir mucizesini daha bize göstermiştir.

Mikroskobik Hayatın Varlığı

Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) Yücedir. (Yasin Suresi, 36)
... daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır? (Nahl Suresi, 8)
Yukarıdaki ayetlerde, Kuran'ın indirildiği dönemde insanların bilmediği hayat formlarının olduğuna işaret edilmektedir. Nitekim mikroskobun keşfi ile birlikte insan gözünün göremediği küçüklükte yeni canlılar keşfedilmiştir. Böylece Kuran'da dikkat çekilen, bu canlıların varlığı hakkında insanlar bilgi sahibi olmaya başlamışlardır. Çıplak gözle görülemeyen ve genellikle tek bir hücreden ibaret olan mikro canlıların varlığına işaret eden diğer ayetler ise şöyledir:
... Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Sebe Suresi, 3)
... Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)
mikro dünya
Yeryüzünün her yanına yayılmış olan bu gizli dünyanın üyeleri yani mikroorganizmalar, yeryüzündeki hayvanların 20 katı kadardırlar. Gözle görülmeyecek kadar küçük bu mikroorganizmalar topluluğu, bakteriler, virüsler, mantarlar, su yosunları ve akarlardan oluşur. Bu mikrocanlılar, yeryüzündeki yaşam dengesinin önemli bir unsurudur. Örneğin Dünya üzerinde yaşamın oluşumunu sağlayan temel öğelerden bir tanesi olan azot döngüsü, bakteriler tarafından sağlanır. Bitkilerin topraktaki mineralleri alabilmelerini sağlayan en önemli unsur ise kök mantarlarıdır. Salata veya et gibi nitrat içeren besinlerden zehirlenmemizi ise dilimizde bulunan bakteriler önler. Aynı zamanda bazı bakteriler ve algler, dünyada canlılığın var olmasının temel unsuru olan fotosentez yapabilme yeteneğine sahiptirler ve bu görevi bitkilerle paylaşırlar. Bazı akar türleri organik maddeleri parçalayarak besinleri bitkilerin kullanabileceği hale dönüştürebilirler. Görüldüğü gibi ancak teknolojik aletlerle hakkında bilgi edinebildiğimiz bu küçük canlılar, insan yaşamı için vazgeçilmez öneme sahiptirler.
Kuran'da asırlar öncesinden gözle gördüğümüz alemlerin dışında da canlılar olacağına dikkat çekilmesi, kuşkusuz Kuran'ın bir başka mucizesidir. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Mikrodünya Mucizesi, Araştırma Yayıncılık)

evrim, darvin, adnan oktar, yaratılış, materyalizm, kominizm, harun yahya, 
adnan hoca, adnan hocanın talebeleri, kuranda hoşgörü, sevgi, nefret, cihad, israil, yobazlık, evrim teorisi, fosil,filistin,