24 Şubat 2013 Pazar

Gerçeği Bilmek


Gerçeği Bilmek

Giriş


"Maddenin ardındaki gerçek" konusu, aslında yeni keşfedilmiş, daha önce bilinmeyen bir konu değildir. Bu gerçek, Kuran'da bir kısım ayetlerde işaret edildiği gibi bazı ayetlerin daha iyi anlaşılmasında da önemli bir sırdır. Tarih boyunca, Allah'ın gönderdiği elçiler, derin düşünen salih müminler bu gerçeği toplumlara açıklamışlardır.
Yaptıkları bu açıklamalardan bir kısmına ait metinler günümüze kadar ulaşmıştır. Özellikle orijinal metinleri tahrif edilen hak dinlerin dejenerasyona uğramış farklı akımları, bu gerçeği bir sır olarak muhafaza etmek istemişlerdir. Dolayısıyla Musevilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin elde kalan metinlerinde de bu gerçeği bulmak mümkündür. Eski Yunan felsefecilerinden Pisagor, Elea okulu, özellikle "Mağara İdesi"yle Eflatun ve onları takip eden birçok düşünür bu konuyu bir yönüyle açıklamışlardır. Daha sonraki dönemlerde de bu konu, değişik görüş ve yorumlar altında, samimi olarak düşünüp gerçeğin farkına varmış kişiler tarafından anlatılmış ve öğretilmiştir.
Maddeciliği yani tek mutlak varlığın madde olduğunu iddia eden materyalist felsefeyi savunan görüş ve zihniyetler tarafından örtülmeye çalışılan bu gerçek, İrlandalı bir din adamı ve filozof olan Berkeley tarafından 18. yüzyılda yeniden gündeme getirilmiş ve kendinden sonraki bütün düşünce dünyasını değiştirmiştir. Ancak Darwin'in evrim teorisini ortaya atmasından sonra maddeci görüşe sahip çevreler, özellikle de bunların bir nevi sözcüsü ve içlerinde en ateşlisi olan Bertrand Russell, bilimsel bir cevap veremediği Berkeley'i hakaret ve iftirayla gözden düşürmeye çalışmıştır. Ancak Russell, maddeci çevrelerin en güvendikleri düşünür olmasına ve bu görüşün en güçlü savunucusu olarak görülmesine rağmen bu gerçeği tamamen gözardı edememiş, Felsefenin Problemleri adlı eserinde durumu şöyle değerlendirmiştir:
"… Berkeley, herhangi bir mantıksızlığa düşmeden, maddenin bizden bağımsız olarak bir şey mevcut olsa bile duyularımız tarafından algılanamayacağını, ispatlama onuruna sahiptir." 1
Russell, her ne kadar aksini iddia etse de, yukarıdaki ifadeleri ile bu gerçeği aslında inkar edemediğini, hatta kabul ettiğini açıkça ifade etmektedir.
21. yüzyıla girerken, Einstein'dan başlayarak modern fizik, kuantum fiziği, astronomi, psikoloji, anatomi gibi bilim dallarında ortaya çıkan gelişmeler, materyalist dünya görüşüne sahip, eski bilim anlayışını savunan çevreleri derinden yaralamıştır. Fosil araştırmaları, genetik bilimi gibi alanlarda yapılan çalışmalarla evrim teorisi çökmüş, optik, psikoloji gibi alanlarda yapılan çalışmalarla idrak sistemi çözülmüş, astronomi çalışmalarının sonunda Big Bang, yani evrenin ve maddenin bir başlangıcı olduğu keşfedilmiş, atom ve atomaltı parçalarının araştırılması ise bütün klasik fiziği tersine çevirerek, rölativiteyi yani zamanın izafi bir kavram olduğu gerçeğini ispatlamıştır.
Bilim alanında Allah'ın varlığını ve tüm evren üzerindeki sonsuz hakimiyetini sayısız kere teyit eden bu gelişmeler, taassubun ve önyargının temsilcisi olan materyalist düşünürleri çaresiz bırakmıştır. Bu çaresizlik günümüzde de devam etmektedir. Televizyonda, okullarda, konferanslarda birçok bilim adamı ve düşünür, dışımızdaki dünyaya ulaşmamızın mümkün olmadığını, beynimizde hissedilen algılardan ibaret bir hayatı yaşadığımızı bildikleri halde bilmezlikten gelmekte, insanlara bu gerçeği anlatmamakta, hatta sanki böyle bir gerçek hiç yokmuş gibi hareket etmektedirler.
Ancak gerçekleri görmezlikten gelmek bir çözüm değildir. Nitekim bu kitapta gerçeklerden korkmanın ve kaçmanın ne kadar faydasız olduğu, insanı ne tür zararlara uğratacağı vurgulanmakta ve bu şekilde davranan kişilerin ruh halleri ortaya konmaktadır.
Maddenin ardındaki sırrı öğrenmek, Allah'ın varlığı, sıfatları, kader, ruh, cennet, cehennem, sonsuzluk, zamansızlık gibi kavramların doğru bir şekilde anlaşılmasını da sağlayacaktır. Bu sayede okuyucular; "Allah nerede?", "Kader nedir?" "Ölümden sonra ne olacak?" gibi her gün karşılaştıkları soruların cevaplarını en doğru şekilde öğrenecek ve daha pek çok konuda aradıkları cevapları bu kitapta bulacaklardır.
Bu önemli amaçlardan söz ettikten sonra, kitapta konuşmacı olarak yer alacak kişileri tanıyalım.
Karşılıklı sohbet havasında geçen bu görüşmeye çeşitli çevrelerden katılan okuyuculardan ilkinin adı Sibel, halen bir üniversitede bilgisayar mühendisliği bölümüne devam ediyor. Sibel Hanım bu konuya çok ilgili olduğu için muhatap olduğu herşeyin sadece beyin tarafından idrak edilen algılarıyla muhatap olduğunu anlamış. Ancak bu görüntülerin kaynağı konusundaki bilgilerini pekiştirmek, en doğrusunu öğrenmek istiyor.
İkinci okuyucunun adı ise Sabri, ülkemizin tanınmış bir ailesine mensup bir sanayici. Sabri Bey sahip olduğu herşeyin bir hayal gibi olduğunu, öldükten sonra onların da bir rüya gibi sona ereceğini öğrenmiş. Ama tam kavrayamadığı bazı konularla ilgili cevapları arıyor.
Üçüncü okuyucumuz olan Tolga ise yurt dışında biyoloji üzerine doktora yaptıktan sonra bir üniversitemizde asistan olarak çalışmaya başlamış. Bu konuyu bir arkadaşından duyan Tolga, bazı kitaplar okumuş ama konuyu tam bilmediği için aklında birçok soru işareti var. Bu konunun bilimsel yönü onu çok ilgilendiriyor.
Okuyucuların sorularını ise bu konuyu yıllar önce Harun Yahya (Adnan Oktar)'ın eserlerinden öğrenen, konu hakkında derinlemesine bilgi sahibi olan Murat cevaplıyor.

1. Gün


Bu önemli sohbetin ilk günü, bir hafta sonu şehir dışındaki yazlık bir evde başlıyor.
MURAT: Evet arkadaşlar, gönderdiğiniz mektuplar sayesinde sizi yakından tanıma imkanı buldum. Mektuplarınızda çok isabetli sorular sormuştunuz. Aslında bu soruların cevapları tahmin etmediğiniz kadar açık ve anlaşılır. Sohbetimiz ilerledikçe bunu siz de göreceksiniz. Bazı teknik konuları açıklamak için yanımda bazı resimler ve şemalar da getirdim. Şimdi ilk soruyu kim sormak ister?
TOLGA: Ben konu hakkında fazla bir şey bilmediğim için en baştan başlamayı teklif ediyorum. Okuduğum kadarıyla yaşadığımız hayatın bir görüntüden ibaret olduğu ve bizim dışarıda var olan dünya ile hiçbir zaman muhatap olamadığımız söyleniyor öyle değil mi?

Duyma işlemi her insanın çok doğal karşıladığı bir işlem olsa da, alttaki şemada görüldüğü gibi aslında kompleks bir yapıyı gerektirir. Kulak kepçesine çarpan ses titreşimleri birçok aşamadan geçerek elektrik sinyallerine çevrilir ve sonra sinirler vasıtasıyla beyne ulaştırılır. Sesler beynimizdeki duyma merkezinde algılanır. Aslında beyin sesi geçirmez, yani beynin için, duyma merkezi dediğimiz yer tamamen bir sessizlik içindedir. Ama bu sessizliğin içinde biz, dışarının tüm gürültüsünü, çevremizdeki tüm konuşmaları duyarız. Bu, insanda hayret uyandıran büyük bir sırdır.
MURAT: Doğru!
TOLGA: İlk önce bu görüntünün ne demek olduğunu anlatırsan çok sevinirim.
MURAT: TOLGA, senin uzmanlık dalın biyoloji öyle değil mi?
TOLGA: Evet!
MURAT: Bu konuyu anlamak için beş duyumuzun nasıl çalıştığını bilmek yeterli. Biz lisede okuduğumuz biyoloji derslerini hatırlarken, Tolga sen de bu konuda uzman olduğuna göre, bize en başta "görme duyusu" olmak üzere beş duyunun nasıl çalıştığını basitçe anlatır mısın?
TOLGA: Teknik olarak çok kompleks ve detaylı bir sistem var. Duyu organlarını tek tek anlatmaya kalkarsak bu, saatler sürer. Her duyu organı kendi içinde çok kompleks sistemlere sahiptir, mesela sadece işitme organı olan kulak için ciltler dolusu kitap yazılmıştır ancak bu kompleks sistemi kısaca özetlemek ve bir şema halinde anlatmak mümkün ve bu şema beş duyu için de geçerli.

Yelkenliden göze gelen ışık ışınları burada elektrik sinyallerine dönüştürülür ve birçok işlemden geçerek beyne gelir. Yelkenlinin görüntüsü beyinde oluşur.
Koklama işleminde de aynı mantık görülür. Bir nesneden ya da yiyecekten gelen koku uyarıları elektrik sinyaline çevrilir, bir dizi işlemden geçirildikten sonra beyne ulaşır ve beyindeki koklama merkezlerinde algılanır.
Dışarıdan uyarı dediğimiz, yani bizim sinir uçlarımızı uyaran ışık, ses, tat, koku, sertlik gibi bir dış etki duyu organlarımız olan göz, kulak, dil, burun ve deriye ulaşır. Burada ilk aşama başlar, sinir uçları bu uyarıyı alıp sinirler boyunca yol alabilecek bir elektrik sinyaline çevirirler. İkinci aşama olarak bu elektrik sinyalleri beynin bu konuyla ilgili görme, işitme, koklama veya tatma merkezlerine taşınırlar. Son aşamada beyin bunları algılayarak uygun tepkiyi verir.

İnsan arkadaşlarıyla beraber geniş, aydınlık bir ortamda oturup sohbet ettiğini düşünürken, aslında bunları bir nevi sinema perdesinden izliyor gibidir. Arkadaşları da, çevresinde gördüğü uçsuz bucaksız manzara da beynindeki görme merkezinde oluşmaktadır ve o, hiçbir zaman beyninin dışındakilerle muhatap değildir.
MURAT: Teşekkürler Tolga çok güzel anlattın. Evet sistem bu şekilde çalışır ancak özellikle idrak aşamasında yani hissettiğimiz şeyin ne olduğunu anlama aşamasında sistem daha da kompleks bir hale gelir. Mesela biz burada oturuyoruz ve göleti seyrediyoruz, gölete ve çevreye ait görüntü sinyalleri, etraftan gelen çiçek kokuları, duyduğumuz kuş sesleri, oturduğumuz masanın sertliği gibi görüntüyü oluşturan sayısız ayrıntı biraraya geliyor, hafızamızda saklı bulunan bilgilerle kıyaslanıyor ve bulunduğumuz ortam beynin ilgili merkezinde anlamlı bir hale geliyor. TOLGA şimdi bize söyler misin, mesela şu karşıdaki ağacı gördüğümüzde nasıl bir işlem olur?
TOLGA: Çok basit, ağaca ait bilgiler, yani ağacın rengi, uzaklığı, boyutları ışık sayesinde gözüme taşınıyor. Gözün iç kısmında bu bilgiler elektrik sinyaline çevrilerek sinirlere iletiliyor, sinirler de bu bilgileri beynin görme merkezine taşıyorlar. Görme merkezine ulaşan bu sinyalleri de beyin bir ağaç olarak algılıyor.
MURAT: Yani bu ağaç şu an karşında mı duruyor yoksa beyninin görme merkezinde mi?
TOLGA: Tabii ki beynimdeki görme merkezinde.
SABRİ: Bir dakika. Tamam, ağacın görüntüsü benim beynimde olabilir ama ağaç da karşımda duruyor! Yani gidip o ağaçtan bir meyva kopartabilirim ya da ağaca yaslanıp gölgesinde oturabilirim, değil mi?
MURAT: Arkadaşlar lütfen acele etmeden konuları sırayla inceleyelim. Biraz düşünelim; ağacı ağaç yapan herşeyi, yani rengini, dallarını, yapraklarını beynimizin görme merkezinde algılarız, ağaca dokunduğumuzda ya da ondan bir meyva kopardığımızda hep beş duyumuzun yani görme, işitme, tat, dokunma ve koklamanın beynimize ulaştırdığı görüntüyü, sesi, tadı, kokuyu ve dokunma hissini yaşarız. Hiçbir zaman algılarımız dışında bir şeyle muhatap olamayız. Yani görme algımız olmazsa göremeyiz, işitme algımız olmazsa duyamayız. Aslında tüm yaşantımızı beş duyumuzla beynimizde algıladığımız şeyler oluşturur.
SABRİ: Tamam bunu kabul ediyorum ama bakın işte şu nefis kekleri uzanıp alıyorum ve afiyetle yiyorum. Ben bu keki yediğime ve hatta bu kek bana enerji verdiğine göre bunun aslı ile muhatap olamıyorum demek doğru olur mu? Biz aslı ile muhatap olmadığımız bir şeyden böyle bir tat alabilir miyiz?

Bahçede otururken şöyle bir etrafınıza bakın; ağaçlar, yerdeki çimenler, gökyüzündeki güneş, oturduğunuz sandalye, kolunuzu yasladığınız masa, dokunduğunuz bardak... Bunların tümü aslında duyu organlarınız vasıtasıyla tanıdığınız ve beyninizdeki elektrik sinyallerinin yorumlanmasıyla algıladığınız nesnelerdir.
MURAT: Aslında biraz önce ağaç örneğinde bunun cevabını vermiştik. Yani kek de, ağaç da, masa da sizin beyninizin algı merkezinde. Ama merak etmeyin! Biraz sonra konuşacağımız örnekler bu ko nuyu daha da anlaşılır hale getirecek!
Şimdi kısaca özetleyecek olursak: Biz hayatımız boyunca, beynimizin içinde yediğimiz kekin tadını ve lezzetini bilir, beynimizin içindeki bedenin bu yemekten aldığı enerjiyi kullanırız. Aynı şekilde beynimizin içindeki ağacın, beynimizin içindeki meyvesini koparırız ve beynimizin içindeki ağacın beynimizin içindeki gölgesinde serinlik hissederiz. Dünya hakkında bildiğimiz herşey duyularımızın bize ilettiği sinyallerden ibarettir. Bu sinyallerin beyne taşıdığı bilgiler dışında "Acaba bunların aslı nasıl bir şeydir, asılları ile bizim gördüklerimiz tamamen aynı özellikte midir?" gibi sorulara hiçbir zaman cevap veremeyiz; çünkü duyularımızı aşarak dışarı çıkmamız mümkün değildir. Bu yüzden ömrümüz boyunca beynimizin içinde, duyu organlarıyla algılanan bir dünyayı seyrederiz. Bakın, ünlü filozof Russell da, Felsefenin Problemleri adlı kitabında, bu problemle karşılaşınca ortaya nasıl bir durum çıktığını şöyle vurguluyor:
Daha da ileri gitmeden önce şimdiye kadar keşfettiklerimizi değerlendirmek iyi olacak. Şu ana kadar belli oldu ki, duyularımız tarafından bilindiği farzedilen herhangi bir nesneyi ele aldığımızda, duyularımızın bize doğrudan aktardığı bilgiler, bizden bağımsız bir nesne hakkındaki gerçek değil, biz ve obje arasındaki ilişkilere bağlı duyu verilerindeki gerçekliktir. Bu yüzden, doğrudan gördüğümüz ve hissettiğimiz şey, bir 'görünüş'ten başka bir şey değildir ve biz bu görünüşün arkada duran bir 'gerçeğin' belirtisi olduğuna inanırız. Ama eğer gerçek olan gördüğümüz şey değilse, bir gerçeklik olduğunu bilmemiz mümkün mü?" 3
SİBEL: Bir örnek verebilir miyim? Benim bilgisayar bölümünde okuduğumu biliyorsunuz, bu yüzden konuya hiç de yabancı olmadığımı tahmin etmişsinizdir. Bu konu benim ilgi alanıma giriyor. Belki bize biraz geç ulaşıyor ama teknolojinin çok gelişmiş olduğu ülkelerde eğlenceye ve eğitime yönelik birçok araç yapılıyor. Bunların büyük bir kısmında insan beyninde üç boyutlu görüntü oluşturan bilgisayar programlarının kullanıldığını siz de bilirsiniz. Bugün bütün çocukların başından kalkamadığı üç boyutlu bilgisayar oyunlarında esas amaç, beş duyuyu etkileyerek çocuklara hayali bir ortamda gerçek hayat etkisi vermektir. NASA'daki astronotlardan mimarlara, mühendislere kadar birçok meslekte eğitim, simülasyon denilen üç boyutlu görüntülerle yapılıyor. Bu simülasyonlarla yapılan uçuş eğitimindeki bir pilot gerçek hava koşullarıyla bilgisayarın ona yaşattığı hayali hava koşullarını ayırt edemiyor. Seyrettiğimiz yabancı bilim kurgu filmlerinin büyük bir kısmı insan hayatının görüntülerden oluşmasını veya beyinde oluşturulan sanal dünyaları konu olarak kullanıyor.
TOLGA: SİBEL doğru söylüyor! Bilim dünyasındaki durum da farklı değil. Beş on sene evvel fazla önem taşımayan bu konu, bugün çok önemli bir hale geldi. Bu yönde o kadar yoğun çalışmalar var ki hiç olmayan bir dünyayı bilgisayarda elektrik sinyali olarak oluşturup insanlara bu sinyallerle istenilen görüntüyü yaşattırmak gittikçe kolaylaşıyor. İnsanlar da buna çok alıştılar. Fizik, atom ve biyoloji konularında yapılan yoğun araştırmaların büyük bir kısmını da bu konu oluşturuyor.

Gözleriniz kapalı bir şekilde yatağınızda uyurken kendinizi bir anda rengarenk, çeşit çeşit canlı ile dolu bir ormanın içinde bulabilir, vahşi hayvanlardan kaçar, bundan dolayı da büyük korkular yaşayabilirsiniz. Rüyayı o kadar canlı yaşarsınız ki uykunuzdan uyandırılıncaya dek bunun bir rüya olduğuna ihtimal dahi vermezsiniz.
MURAT: Çok haklısınız! Teknolojideki gelişmeler insanın bu konuyu daha çabuk anlamasını sağlayacak yeni örnekler ortaya koyuyor. Ancak şunu da belirtmeliyim ki, samimi ve önyargısız bakınca bu konuyu kavramak son derece kolay. Bu verdiğiniz örneklerin hiçbirini bilmesek bile bir şey değişmez, çünkü durum son derece açık. Daha önce bu konu üzerinde hiç düşünmemiş ya da bu konudan hiç haberi olmamış bir insanın öğrendikleri karşısında ilk anda biraz tepki göstermesi mümkün. Doğduğumuz andan itibaren doğru olarak kabul ettiğimiz bir şeyin açıklamasının aslında bizim bildiğimizden çok daha farklı olduğunu öğrenmek, bazı insanlarda çeşitli tepkilere yol açabiliyor. Ancak kişinin asıl amacı doğruyu öğrenmekse, gerçekleri direnmeden kabul etmesi gerekir.
Bu yüzden her gün yaşadığımız örnekler, bu gerçeği daha iyi kavramamızı sağlayacaktır. Ayrıca konunun teknik olarak açıklanması yetmez. Bunun da ötesine gidip bizi ne gibi sonuçlara ulaştırdığına bakmamız gerekiyor.
Rüyada hissettiklerimizle uyanınca hissettiklerimiz arasında hiçbir fark yoktur. Kalabalığın seslerini duyarız, yüksek dalgaların ortasındayken denize düştüğümüzü görür ve onun heyecanını tıpkı gerçek hayattaymış gibi yaşarız.
SABRİ: Aslında ben şu ana kadar anlattıklarınızı gayet iyi anladım. Ama sizin de söylediğiniz gibi bu konu bizi nereye ulaştıracak çok merak ediyorum. İnsanın bir anda böylesine yabancı olduğu bir konuya alışması biraz zor oluyor.
MURAT: Bence de hepiniz içinde bulunduğumuz durumu gayet iyi anladınız, bu zaten öyle anlaşılması zor bir şey değil. Bilimsel olarak da kabul edilmiş açık bir gerçek. Ancak bu konuda kesin kanaatinizin gelmesi gerekiyor, bu yüzden konuyu bir başka açıdan daha inceleyelim. Şimdi SİBEL, bize seni çok etkileyen ve unutamadığın bir rüyanı anlatır mısın?
SİBEL: Daha dün akşam bir rüya gördüm ve çok etkilendim: … ormanda vahşi hayvanların saldırısına uğruyorum. Can havliyle ormanın patika yollarından var gücümle kaçarken ayağım çalılara takılıyor, düşüyorum. Aradaki mesafe bu düşme neticesinde daha da kısalıyor. Ormandaki bir kulübeye giriyorum. Kapıyı kapatıyorum ve içeriden kilitliyorum. Fakat vahşi hayvanlar pencereden girmeye çalışıyorlar. Orada elime geçirdiğim bir demir çubukla ümitsizce kendimi savunmaya, vahşi hayvanları kaçırmaya çalışıyorum. Tam bu sırada dışarıdan gelen korna sesi ile uyandım. Derin bir nefes alıp gördüğüm şeyin bir rüya olduğuna şükrettim.

Filmde özel olarak tasarlanan bir simülatörle farklı boyutlar arasında yolculuk yapılmaktadır.
MURAT: Yaşadığımız hayatla uyurken gördüğümüz rüyalar arasında ne fark var? Belki de bunu hiç düşünmediniz hatta aklınıza bile gelmedi, ama rüyalar bu konuyu anlamakta bize çok yardımcı olacak. Bir rüya bizi çok etkilese bile günlük hayatın içine daldığımız andan itibaren hem etkisini hem de netliğini kaybeder. Biraz önce kan ter içinde bir kabustan uyanan bir insan, beş dakika sonra kahvaltısını yaparken rüyanın sarsıcı etkisinden kurtulmuş durumdadır. Ya da güzel bir rüya görürken okula gitmesi için uyandırılan bir çocuk, rüyadaki mutluluğunu yüzünü yıkarken çoktan kaybetmiş durumdadır.
Rüyadaki olaylar bazen o kadar etkilidir ki insanlar kimi zaman uyanınca yaşadıklarının gerçek olup olmadığını düşünürler. Aslında uyandıktan sonra yaşadığımız hayatla uyurken gördüğümüz rüyalar arasında teknik olarak hiçbir fark yoktur. Bir insan rüya sırasında, uyanıkken yaptığı şeylerin hepsini yapabilir; konuşur, yemek yer, nefes alır, koşar, güler, ağlar, yaralanır, araba kullanır. Günlük hayatının bir kopyası olan rüya ortamında herşey zaten bildiği ve alışık olduğu şekliyle vardır. Bu yüzden rüyadaki olaylara sanki onlar gerçekmiş gibi tepki verir. Bazen korku dolu bir rüyadan çığlık atarak uyanır, bazen de gördüğü güzel bir rüyadan hiç uyanmak istemez.

Filmin kahramanı bu simülatöre girer. Ve bedeni hiç hareket etmemesine rağmen, kendisini bambaşka bir dünyada bulur.
SABRİ: Ben de geçen ay gerçeğe benzer bir rüya görmüştüm. Rüyamda sürat motoru ile denizin sularını yara yara sahilde turlar atıyordum. Komşular deniz kenarında toplanmış, yeni aldığım tekneyi hayranlıkla seyrediyor ben de onları etkilemek için daha çok gaza basıyordum. Denizin kokusunu, süratten meydana gelen sert rüzgarı ne kadar net hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Motorun gücü yüksek olduğu için yer-gök motorun uğultusu ile inliyordu. Denizin suyu motor tur attığında zaman zaman üzerime sıçrıyor, gözlüğümün camına sıçrayan su damlalarını silmek mecburiyetinde kalıyordum. Son sürat giderken motorun altı bir kaya parçasına çarptı ve tekne batmaya başladı. Kendimi denize attım ve zar zor sahile kadar yüzerek kurtuldum. Uyandığımda ise, rüyanın etkisiyle kan ter içindeydim, uzun bir süre kayığa bile binemedim.
MURAT: Rüyada yaşadığımız olaylar ne kadar gerçekçi değil mi? Şimdi rüyalarınızdaki ayrıntıları hatırlamaya çalışın. Örneğin SABRİ Bey, motorla giderken hissettiğiniz ayrıntıları; sesleri, renkleri, kokuları hatta rüyada yaşadığınız korku, açlık, neşe, sevgi gibi duyguları uyanıkken yaşadığınız hallerinden ayırt edebilir misiniz?

Kahramanın bedeni 20. yüzyılda simülatör aletindedir. Ancak o, kendisini 19. yüzyılda bulur. O herşeyi gerçek zannetmektedir ama aslında arabalar, insanlar, kendi kıyafeti, hatta kendi görüntüsü dahi sadece beynine gösterilen görüntülerden ibarettir. Hiçbiri gerçek değildir.
SABRİ: Herhalde edemem.
TOLGA: Sizi bilmem ama ben geçen gün gördüğüm rüyayla gerçek hayatı birbirine karıştırdım. O akşam erkenden uyumak istedim çünkü ertesi gün ailece Adalar'a yemek yemeye gidecektik. Kız kardeşim de kendi odasına uyumaya gitti. Yorgun olduğum için hemen uykuya daldım. Rüyamda kardeşimden yeni gömleğimi yıkamasını ve ütülemesini rica ettim. O da hem pantalonumu ütüledi hem de gömleğimi yıkayıp ütüledi. Bütün safhalarını gördüğüm bu işlemleri hep yakından takip ediyor, bizzat başında duruyordum. Aysun, sabah kalktığımda hazır olacak şekilde istediklerimi yerine getirmişti. Sabah uyandığımda gördüklerim rüya mı, gerçek mi tam emin olamadım. Yani gerçekten kardeşim eşyalarımı ütülemiş miydi, yoksa bu bir rüya mıydı? Biraz düşünüp gerçek olduğuna kanaat getirdim ve gidip kız kardeşime teşekkür ettim. Kardeşim şaşırınca anladım ki bunların tümü rüyamdaki bir olaydı. Hemen lafı değiştirdim.
MURAT: Evet, çok doğru söylüyorsun, bazen rüyalar o kadar gerçek gibi olur ki insan, gerçek hayatla karıştırır. Ayrıca şunu tekrar tekrar hatırlatmak istiyorum: Rüya görürken hissettiklerimizle uyanınca hissettiklerimiz arasında hiçbir fark yoktur. Her iki durumda da aynı uyarılara aynı tepkileri veririz. Yani yemek yiyince tadını hisseder ve doyarız, tehlikeli bir durumda korkup kaçarız, neşeli bir durumda gülüp eğleniriz. Zaman zaman ilginç olaylar yaşasak da, hisler hiç değişmez.

Son dönemde sinema filmlerinde bu gerçekle ilgili konular sık sık işlenmektedir. Yukarıda bazı sahnelerini gördüğünüz film bunun yüzlerce örneğinden biridir. Bir simülatöre bağlanarak tamamen farklı bir yaşantıya geçen, algılar dünyası içinde kendini gerçek dünyada zanneden insanlarla ilgili senaryolar son yıllarda sık sık karşımıza çıkmaktadır. Bu filmler, insanın aslında çok açık olan fakat düşünmediği için fark edemediği bu büyük gerçeği kolayca kavramasına yardımcı olmaktadır.
SABRİ: Evet buna kesinlikle katılıyorum. Şu an bile denizde yüzerek kurtulmaya çalıştığım anda suyun ne kadar soğuk olduğunu hatırlıyor ve hatta hissedebiliyorum.
MURAT: Ancak tüm bunlardan daha da ilginç olan şey, rüyalarımızda yaşadığımız bu olayları nasıl gördüğümüzdür. Tolga sen söyler misin rüyalarımızı nerede görüyoruz?
TOLGA: Bu sorunun cevabı çok kolay. Elbetteki rüyaları da beynimizde görüyoruz. Yani günlük yaşamda nasıl herşeyi beynimizin algı merkezlerinde yaşıyorsak, rüyada da bu şekilde yaşıyoruz. Teknik olarak bir farklılık yok.
MURAT: Buraya kadar anlatılanları dinlediniz. Peki Sabri Bey siz söyleyin, gece gözümüz kapalı olduğu halde, karanlık beynimizin içinde bu kadar net ve renkli bir dünya nasıl oluşuyor? Güneş nasıl parlıyor, çiçekler nasıl rengarenk, deniz nasıl masmavi oluyor ve gözümüz kapalıyken bunları nasıl görebiliyoruz? Görmek için göze ihtiyacımız yok mu?
SABRİ: Bu sorulara verebilecek cevabım yok. Ne demek istediğini anladım. Az önce anlattığım rüya da bunun delili.
MURAT: Biz dışarıdan bir uyarı almasak da, bir başka deyişle dünya dediğimiz şeye ait uyarılar yani ışık, renk, boyut gibi özellikler doğrudan duyu organlarımıza gelmese bile görüp hissedebiliriz. Bütün bu algılama işlemleri sırasında bir dünyanın oluşması için duyu organlarının dışarıdan getirdiği sinyallere ihtiyacımız yok. Çünkü gören göz değildir, ya da duyan kulak değildir. Mesela bütün bu algılar suni olarak üretilip doğrudan beynimizin ilgili merkezlerine ulaştırılsa, hiç olmayan bir keki yer, hiç olmayan bir ülkeye gider, hiç olmayan bir çiçeği koklar ve bunların hayal olduğunu da anlayamazdık.
Yukarıda bir simülatör aleti görülmektedir. Başa takılan gözlük suni görüntüler gösterirken, eldiven, insana, aslı olmayan maddelere dokunduğu hissi verir.
SABRİ: Nasıl yani?
MURAT: Mesela doyduğumuz zaman midemiz beynimize bir sinyal yollayarak dolduğunu bildirir. Eğer biz aynı sinyali hiç yemek yemeden beyne yollasak yine kendimizi doymuş hissederdik. Biraz önceki örnekte olduğu gibi, bir ağaca baktığınızı farz edin. Gözünüzün beyne gönderdiği ağaçla ilgili sinyaller vardır. Bunların aynısını biz suni olarak üretip ilgili sinirlere ulaştırsak, göze ihtiyaç olmadan da yine aynı ağacı görürdünüz.
TOLGA: Aslında biraz önce verdiğimiz sanal dünya örnekleri bu konuyu tam olarak açıklıyor. Bakın ben bu konuyu biraz daha genişletip birkaç örnek daha vereyim, iyice anlaşılması için.
Bildiğiniz gibi teknolojinin ilerlemesiyle birlikte simülatör denen sistemler pek çok alanda kullanılmaya başlandı. Takılan gözlüklü bir başlık ve eldiven bağlantısıyla hayali bir ortam oluşturulabiliyor ve bunları kullanan kişi bu ortamları aynen gerçek gibi yaşayabiliyor. Simülatörlerde kişinin eline taktığı eldiven, içindeki mekanizmanın etkisiyle parmak uçlarından beynine sinyaller gönderiyor ve bu sinyaller neticesinde kişi örneğin bir kediye dokunduğunu zannediyor. Ancak bu mekanizmanın benzeri kafasına taktığı kaskta da bulunuyor. Algının kusursuz olabilmesi için kasktan kişinin beynine sinyaller gidiyor ve bu sinyaller neticesinde kedinin görüntüsü de beyinde oluşuyor. Bunun yanı sıra kişiye kedinin sesi de dinletiliyor. Böylece hem görüntü hem ses hem de dokunma hissiyle algıda mükemmellik elde ediliyor. Ortada tek bir kedi bile yokken, kişi gerçekten bir kediyle karşı karşıya olduğunu zannediyor.
SABRİ: Şimdi anladım!
SİBEL: Ben de anladım. Düşünsenize, anlattığım rüyayı görürken birisi rüyama girse ve bana "korkma, bir rüya görüyorsun, bunların hiçbiri gerçek değil, şu anda yatağında yatıyorsun, beyninin içindeki şeyleri seyrediyorsun" dese, onu çok sert bir şekilde tersler, bana vakit kaybettirdiği için de kızardım. Evet şimdi daha iyi anlıyorum, gece gördüğümüz rüyadaki görüntülerle, uyanınca görmeye devam ettiğim görüntüler arasında bilimsel olarak da, mantıksal olarak da bir fark yok. Zaten bilgisayarlarla, simülatörlerle böyle üç boyutlu ve gerçekçi görüntüler yapıp hiç olmayan bir ortamı insanlara yaşatmak artık sıradan bir olay haline gelmiş durumda.

Yukarıdaki karede görüldüğü gibi filmin kahramanı gerektiğinde insanüstü bir performans sergileyip, havada uçabilmektedir. Bunu son derece gerçekçi bir şekilde yaşamaktadır. Ancak bu, aslında bilgisayar tarafından beyinde yaşatılan bir hayalden ibarettir. Filmin kahramanı bu heyecan verici olayları yaşadığını zannederken, aslında koltuğunda oturmaktadır.
Bu, bana geçen gün seyrettiğim bir filmi de hatırlattı. Belki siz de izlemişsinizdir. Filmin konusu şu an konuştuğumuz örnekle aynıydı. Filmin kahramanları bir makinaya bağlanıp bilgisayar yardımıyla çok farklı mekanlarda, çok farklı şeyler yaparlarken buluyorlardı kendilerini. Örneğin, bir spor salonunda Uzakdoğu sporları yaptıklarını zannediyorlardı. Ama o sırada dar bir odada, bir koltukta oturuyor durumdaydılar. Üstelik filmin bir yerinde bir oyuncu başroldeki kişiye gördüğü şeylerin aslında görüntü olduğunu, o anda bir bilgisayara bağlı olduğunu, içinde dolaştıkları bütün şehrin, insanların, bilgisayar tarafından hazırlanmış görüntüler olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Filmdeki kahraman inanmayınca bilgisayar bütün görüntüyü donduruyor, o zaman oyuncunun kanaati geliyordu.
TOLGA: Evet, o filmi ben de seyrettim ama hiç bu açıdan düşünmemiştim.
SABRİ: Murat, ben de anladım ama bu konuyu biraz daha açar mısın? Ne kadar çok örnek verirseniz o kadar iyi anlaşılıyor!
MURAT: Elbette! Bak şimdi senin rüyana dönelim, rüyanda denizde yüzerken suyun soğukluğunu, suyun kaldırma gücünü, ağzına kaçan deniz suyunun tuzlu tadını, denizin kokusunu, kulaç atarken meydana gelen yorgunluğunu, dalgaların, martıların sesini, kulaç atarken sudan çıkan sesleri, yüzerken suda meydana gelen dalgalanmayı, köpürmeyi ve daha yüzlerce, binlerce detayı topluca hissetmedin mi?

Bahsi geçen filmde başrol oyuncusu üst karede görüldüğü gibi aslında bir koltukta bilgisayara bağlı vaziyette oturmaktadır. Ancak durum böyle olduğu halde kendisini ortadaki karede görüldüğü gibi Uzakdoğu sporları yaparken veya alttaki karede görüldüğü gibi kurşunlara hedef olmayacak kadar olağandışı bir hızla hareket ederken bulmaktadır. Üstelik herşey öylesine gerçekçidir ki aktör gözünü koltukta açtığında büyük bir şaşkınlık yaşamaktadır. Bu da bir ortamı insanlara yaşatmak için dışarıdaki somut gerçekliğe ihtiyaç olmadığının kanıtıdır.
SABRİ: Evet.
MURAT: Bu kadar çok ve alışık olduğun ayrıntı yüzünden görüntünün gerçek olduğuna tam ikna oldun değil mi?
SABRİ: Evet.
MURAT: İşte dünya hayatı da rüyadaki algılar bütünü gibi ve hatta daha da fazla inandırıcıdır. Algıladığımız uyarılar o kadar fazla, detaylı ve nettir ki birçok kişi, aksine ihtimal dahi vermeden, ömrünün sonuna kadar gördüğü herşeyin aslıyla muhatap olduğunu zannederek yaşar. Ta ki ölünceye kadar... Oysa aynı şey rüyan için de geçerli. Demin de konuştuk, rüyanda da girdiğin denizin, oturduğun koltuğun aslıyla muhatap olduğunu zannediyorsun. Kısacası iyi düşünürsen rüyanda yaşadığın şeylerin de, uyanınca yaşadığın hayatın da aynı görüntülerden oluştuğunu anlarsın.
SABRİ: Bunu anlıyorum ama rüyadan uyanınca dünyaya geri dönüyorum. Yani gerçek dünya, ben rüya görürken olduğu yerde duruyor. Bu yüzden algıların dışındaki maddi dünyanın varlığı ortada değil mi?
MURAT: Aslına bakarsan maddi dünya dediğimiz şey, hakkında hiçbir bilgimiz olmayan, nasıl bir şeye benzediğini de asla öğrenemeyeceğimiz bir mekandır. Algılarımız dışında, kendi başına bir maddeyi biz asla göremez ve ona asla dokunamayız. İnsan, gözünü açtığı günden itibaren hep algılarla muhatap olur; okulunu, ailesini, oyuncaklarını, yediği yemeği, bindiği arabayı, arkadaşlarını, karşısındaki güzel bir manzarayı, evini, odasını, işyerini yani hayatını oluşturan herşeyi beyninde seyrettiği haliyle bilir. İnsan duyularından asla sıyrılamayacağı için dışarıda ne var diye gidip bakması, görmesi de mümkün değildir. Bu yüzden aslında her insan ömrü boyunca beyninin içindeki dünya görüntüsüyle muhatap olarak yaşar.
SABRİ: Ama insanlar aya gidiyor ya da ben uçağa binip başka şehre gidebiliyorum, demek ki bir mesafe var!
MURAT: Aslında mesafe, derinlik, büyüklük gibi kavramlar da görüntünün bir parçasını oluşturuyor. Basit örneklerle bunu anlamak mümkün. Gece rüyanda Ay'ı ve yıldızları görebiliyor musun? Ya da anlattığın rüyada olduğu gibi tekneye binip dolaşabiliyor musun?
SABRİ: Evet…
MURAT: Rüyandaki Ay ve yıldızlar uyanık halinde gördüğün yıldızlarla aynı mesafede değil mi?
SABRİ: Evet ama…
TOLGA: Ben cevap verebilir miyim? Bunu optik dersinde okumuştuk! Mesafe dediğimiz şey bir çeşit üç boyutlu görme şeklidir. Görüntülerde mesafe ve derinlik hissini uyandıran şey perspektif, gölge ve hareket dediğimiz unsurlardır.
MURAT: Çok doğru! Optik biliminde boşluk (space) algısı denilen bu algı şekli de renk algısı gibi çok karmaşık sistemlere sahiptir, ama basit bir dille anlatmak gerekirse şöyle söyleyebiliriz: Aslında gözümüze gelen görüntü sadece iki boyutludur. Yani yükseklik ve genişlik ölçülerine sahiptir. Göz merceğine gelen görüntülerin boyutları ve iki gözün aynı anda iki farklı görüntü görmesi derinlik ve mesafe hissini oluşturur. Yani bizim her bir gözümüze düşen görüntü diğer göze gelen görüntüden açı, ışık gibi unsurlar açısından farklıdır. Beyin bu iki farklı görüntüyü tek bir resim haline getirerek derinlik ve mesafe hissini oluşturur.

İnsan rüyasında da yukarıdaki karelerde görülen işlerin hepsini yapar; telefonda konuşur, ofiste çalışır, kayak yapar, gazete okur, seyahat eder, çocuğuyla oynar. Rüya görmesine rağmen tüm bunlar son derece gerçekçidir. Aynı şey dünya hayatı için de geçerlidir. Aslında her ikisi de yani rüyada yaşananlar da dünyada yaşananlar da beyinde algılanan görüntüler bütünüdür. İnsanın, her an muhatap olduğu bu olağanüstü gerçeği iyice sindirerek düşünmesi gerekir.
Hadi bunu daha iyi anlamak için bir deney yapalım. Tolga sen denek olur musun?
TOLGA: Memnuniyetle!
MURAT: Önce sağ kolunu iyice ileri uzat ve işaret parmağını göster. Şimdi gözlerini parmağına odaklayıp sırayla sağ ve sol gözlerini kapatıp aç. İki gözüne farklı iki görüntü geldiği için parmağının hafifçe yer değiştirdiğini veya kaydığını göreceksin. Şimdi gözünü sağ işaret parmağında odaklamaya devam ederken sol işaret parmağını mümkün olduğu kadar gözlerine yaklaştır. Yakında olan parmağının çift görüntü oluşturduğunu fark edeceksin, bu ise algı sisteminde uzaktaki parmağından farklı bir derinlik oluştuğunun delilidir. Şimdi bu durumdayken gözlerini sırayla kapatıp açarsan yakındaki parmağın daha fazla yer değiştirdiğini göreceksin çünkü iki göze düşen görüntülerin farkı artmıştır.
TOLGA: Evet doğru söylüyorsun!
SİBEL: Ben de yaptım…Şimdi aklıma geldi, üç boyutlu film yaparken de bu teknik kullanılıyor; iki farklı açıdan çekilen görüntü aynı ekran üzerine yansıtılıyor. Seyirciler renk filtresi veya polarize filtreli özel gözlükler takıyorlar. Gözlüğün camındaki filtreler iki görüntüden birini yakalıyor, beyin bunları birleştirip üç boyutlu görüntü haline getiriyor öyle değil mi?
MURAT: Doğru! Şimdi başka bir deney yapalım. SİBEL, tek gözünü kapatıp etrafına bakar mısın? Derinlik algılamaya devam ediyorsun değil mi? Peki üç boyut gibi keskin bir algı nasıl oluyor da tek, iki boyutlu bir retinada oluşabiliyor?
Bunun cevabı, tek gözle bakıldığında etkili olan derinlik unsurlarında saklıdır.
İki boyutlu bir retinada derinlik hissinin oluşması, iki boyutlu bir resimde gerçekçi bir derinlik hissi oluşturmaya çalışan ressamın kullandığı tekniğe çok benzer. Bazı ressamlar bu derinlik hissini oluşturmada çok başarılıdırlar. Derinlik hissini oluşturan bazı önemli unsurlar vardır, bunlar: nesnelerin üst üste yerleşmesi, atmosfer perspektifi, doku değişimi, doğrusal perspektif, boyut, yükseklik ve harekettir. Size bunlarla ilgili resimler de getirdim.

Mesafe, büyüklük ve derinlik gibi kavramlar sizi yanıltmasın. Çünkü rüyanızda da bu kavramların varlığıyla karşılaşırsınız. Nasıl ki gerçek hayatınızda gökyüzüne baktığınızda Ay ve yıldızları kendinizden belirli bir uzaklıkta görüyorsanız, rüyanızda da aynı şekilde görürsünüz. Ama aslında onlar beyninizdeki görme merkezindedir.
MURAT: Üst üste gelen görüntüler derinlik hissinin oluşmasında çok önemli bir unsurdur. SABRİ Bey deney sırası sizde. Şimdi şu iki kalemin birini bir elinize diğerini de öbür elinize alın. Gözlerinizin biraz uzağında tutun ama üst üste gelmesinler. Şimdi bir kalemi azıcık uzaklaştırın ve tek gözünüzü kapatın. İki gözle bakmayınca hangisinin daha uzakta olduğunu anlamak ne kadar zor değil mi?
SABRİ: Evet haklısın!
MURAT: Şimdi bir gözünüz kapalı olarak iki kalemi birbirine yaklaştırın ve bir tanesini diğerinin üstüne getirin, şimdi derinlik ve mesafe daha kolay ölçülüyor değil mi?
SABRİ: Doğru!
MURAT: Çok ünlü bir Amerikalı psikolog olan James J. Gibson, doku değişiminin derinlik hissinde ne kadar önemli olduğunu ilk olarak anlayanlardandı. Dolaştığımız yüzey, yol ya da çiçeklerle dolu bir tarla aslında bir dokudur. Bize yakın olan dokular daha detaylı, uzakta kalanlar ise daha silik gözükür. Bu yüzden bir doku üzerine yerleştirilen nesnelerin mesafesi hakkında yargıda bulunmak daha kolaydır.
SİBEL: Sen bunu söyleyince dün gördüğümüz ayçiçeği tarlası aklıma geldi, bütün bunları birleştirdiğimde, tarlanın bana neden uçsuz bucaksız göründüğünü daha iyi kavrıyorum.
MURAT: Ayrıca burada gölge ve ışık unsurları da devreye girerek üç boyutlu görüntüyü tamamlar. Mesela ressamların yaptığı resimleri hayranlıkla seyretmemizin nedeni, gölge ve perspektif unsurlarını kullanarak resme verdikleri derinlik ve gerçekçilik hissidir. Perspektif, uzaktaki şeylerin gören kişiye göre yakındaki şeylere oranla daha küçük olarak görünmesinden kaynaklanır. Mesela bir manzara resmine baktığında uzaktaki ağaçlar küçük, yakındaki ağaçlar büyük gözükür ya da arka plandaki dağ görüntüsü ön planda duran insan görüntüsünden daha küçük çizilir. Doğrusal perspektifte ise ressamlar paralel çizgileri kullanırlar. Mesela tren rayları ufuk çizgisinde birleşerek mesafe ve derinlik hissini oluşturur.
Yukarıdaki şemada görüldüğü gibi aslında göz 2 boyutlu bir görüntüyle muhataptır. Görme işlemi sırasında her iki göze düşen görüntü sonradan tek bir resim haline getirilir. Böylece 3 boyutlu bir görüntü elde edilir.
SİBEL: Sonuçta mesafe ve derinlik dediğimiz şeyin de beynimizde oluşan bir algı olduğu ortaya çıktı!
MURAT: Doğru, işte bu unsurların görüntüde üstün bir ilim ve sanatla kullanılmış olması ve sayısız miktarda ayrıntının biraraya gelmesi sonucunda, ortaya algılarımızdan oluşan ama çok gerçekçi ve inandırıcı bir dünya çıkıyor.
SABRİ: Yani şey gibi mi? Eskiden siyah-beyaz televizyonlarda karlı görüntüleri seyrederdik ama o kadar etkileyici olmazdı, şimdi sinemaya gidince iyi çekilmiş bir film olursa insan kendini kaptırıyor sanki gerçekmiş gibi hissediyor. Geçen gün ailece dinozorları anlatan üç boyutlu bir filme gittik, filmi seyretmemiz için birer tane üç boyut gözlüğü verdiler, ben bile dinozorları canlı zannettim, hele çocukları hiç ikna edemedim. Sanki canavarlar sahneden çıkıp üzerimize gelecek gibi oluyordu.
MURAT: Evet Sabri Bey, haklısınız. Bir görüntüde ayrıntılar, yani ışık, gölge, boyutlar ne kadar ayrıntılı işlenirse o görüntü o kadar gerçekçi olur ve duyularımızı aldatır. Böylece biz üçüncü boyut olan derinlik ve mesafe varmış gibi hareket ederiz. Halbuki bütün görüntüler bir film karesi gibi tek bir satıh üzerinde bulunur. Beynimizdeki görme merkezi 1cm3'lük bir hacme sahiptir, yani bir nohuttan bile küçük! Bütün o uzak mesafeler, uzaktaki evler, gökteki yıldızlar, Ay, Güneş, havada uçan uçak, kuşlar gibi görüntüler bu küçük mekanda yer alır. Yani sizin bakıp binlerce kilometre yukarıda dediğiniz bir uçakla, elinizi uzatıp tutabildiğiniz bardak arasında teknik olarak bir mesafe yoktur, tümü beyninizdeki algı merkezinde tek bir satıh üzerindedir.
SABRİ: Bu konuyu ben de anladım. Görüntü, ses, tat gibi, mesafe ve derinlik hissinin de beynin bir özelliği olduğu konusunda bir şüphem kalmadı. Ancak bu neyi değiştirir, ben onu tam anlayamadım. Yani herşeyin görüntüsünün beynimde olması ne fark eder?

Üç boyutlu film izlerken iki farklı açıdan özel çekilen görüntü aynı ekran üzerine yansıtılır. Takılan gözlük sayesinde beyinde 3 boyutlu görüntü elde edilir. Yani aslında seyircilerin karşısında 3 boyutlu bir görüntü yoktur. Fakat özel bir teknikle bu elde edilir. Benzer şekilde insanın dünya hayatında gördüğü görüntülerin 3 boyutlu oluşu da onu yanıltmaktadır.
MURAT: O zaman şu sorulara cevap verin: Algılar dışında, kendi başına maddi bir dünya ile muhatap olduğumuzu neye dayanarak iddia edebiliriz? Herşeyin aslı ile karşı karşıya olduğumuz konusunda bir delilimiz var mı?
SABRİ: Dur biraz düşüneyim… Şu ana kadar konuştuklarımızı göz önünde bulundurursak elimizde bir delil olmadığı ortaya çıkıyor. Ama halen maddenin mutlak olduğunu iddia eden pek çok insan var, öyle değil mi?
MURAT: Sabri Bey, sizin mutlak madde dediğiniz şey nedir?
SABRİ: İşte elle tuttuğum gözle gördüğüm, tek başına var olan, boşlukta yer kaplayan, kütlesi ve hacmi olan herşey.
MURAT: Mesela şu ileride duran sizin arabanız maddi bir nesne midir?
SABRİ: Evet.
MURAT: Arabayı madde yapan özellikler nelerdir?
SABRİ: Yapımında kullanılan metaller, boyalar sonra büyüklüğü ve ağırlığı gibi şeyler.
MURAT: O halde demin konuştuğumuz şeylere geri dönersek, algılarımızın bize ulaştırdığı araba görüntüsünden renk, sertlik, ışık, derinlik gibi sadece algıyla ortaya çıkan hisleri kaldırırsak geriye ne kalır? Daha doğrusu şöyle soralım: Duyu organlarınızdan beyninize giden sinirleri kessek veya bir süre durdursak, karşınızda ne kalır?
SABRİ: Hiçbir şey!



Yanda ressamların gölge ve perspektif unsurlarını kullanarak resme verdikleri derinlik ve gerçekçilik görülmektedir. Bu resimlerin tümü aslında düz bir satıhtadır ama, yapılan çizim derinlik varmış izlenimi uyandırmaktadır.
MURAT: Bu durumda Allah'ın yaratmış olduğu ve dışarıda aslı var olan maddeyle ilgili hiçbir bilgiye sahip olamazsınız. Size burada hemen Bertrand Russell'dan bir alıntı aktarmak istiyorum. Bu, şu ana kadar konuştuklarımızı zihninizde daha da iyi canlandıracaktır. Russell bu konuda şunları söylüyor:
"…Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki dokunma duyusuna gelince, bu, parmak uçlarındaki elektron ve protonlar üzerinde bir elektrik etkisidir. Modern fiziğe göre, masadaki elektron ve protonların yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak uçlarımızdaki aynı etki, bir başka yolla ortaya çıkmış olsaydı, hiç masa olmamasına rağmen aynı şeyi hissedecektik." 4


Bu resimlere baktığınızda her birinde bir derinlik hissi ve mesafe görülür. Örneğin en yandaki resimde size yakın ve uzak ağaçlar vardır. Oysa gerçekte bu iki boyutlu bir resimdir ve tüm ağaçlar aslında aynı satıhta yer almaktadır. Ancak perspektif sanatı kullanılarak böyle bir derinlik elde edilmiştir. O halde hayatımız boyunca muhatap olduğumuz görüntülerin de aslında tek bir satıhta olması mümkündür.
Yani siz arabanıza dokunduğunuzu düşündüğünüzde bu, parmak uçlarınızdaki elektron ve protonların beyninize ilettiği sinyallerdir.
Bu konuyu rüyalarla da açıklamak mümkündür. Sabri Bey, rüyada gördüğümüz araba görüntülerinin maddi gerçeklikleri var mı? Kendi arabanızı rüyanızda görseniz, aynı şeyi söylemeyecek misiniz?

Soldaki resimde kişiyle uçaklar arasında bir uzaklık olduğu vurgulanmıştır. Sağda ise elde tutulan bardak uçaklara kıyasla çok yakın görünmektedir. Gerçekte ise uzaktaki uçaklar da, kadının elindeki bardak da tek bir satıhtadır. Kişilerle bu nesneler arasında bir uzaklık yoktur. Her iki görüntü de beyindeki algı merkezindedir.
SABRİ: Elbette ki yok, dolayısıyla söylediğinizi kabul ediyorum. Buradan da anlıyoruz ki, madde denilen şeyin gerçeğinin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz.
MURAT: Merak etmeyin Sabri Bey, bunu hiç kimse bilmiyor. Madde denilen herşey sadece birer algıdır bizim için. Algılarımız bize sadece renk, ışık, tat, koku gibi görüntüyü oluşturan hisleri ulaştırır, ama bunlardan ayrı olarak madde diye bir şey hakkında bir bilgi ulaştırmazlar. Bu yüzden biz, dışımızdaki dünyanın gerçekte nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Bilimin ulaştığı sonuç da budur. Herşeyin yalnızca maddesel varlıklardan oluştuğunu iddia edenlerin ise bunu ispatlamak için verecekleri hiçbir akılcı, mantıklı ve bilimsel cevap yoktur. Bütün ömrümüz boyunca sadece zihnimizdeki görüntüleri gördüğümüz ve bütün dünyamız bu görüntülerden ibaret olduğu için madde adı verilen ve duyularımızın dışındaki bir mekanda bulunan şeyi tarif etmek, hakkında yorum yapmak mümkün değildir. Çünkü bu, doğuştan kör bir insanın renkler hakkında yorum yapmasına benzer bir şeydir. Renkleri hiç görmemiştir ki tarifini yapsın. Böyle bir tarif yapmaya kalkışan bir kişi sadece varsayımda bulunmaktadır.
TOLGA: Murat, şimdi aklıma geçen gün yaşadığım bir olay geldi. İki arkadaşımla beraber yazlık evimizin önünde dolunayı sabit, küçük bir teleskopla seyrediyorduk. Arkadaşıma "Ayın dolunay olarak görünüşü çok güzel, bu kadar uzaktan böyle pırıl pırıl parlaması da çok etkileyici, kraterleri, dağları bile belli oluyor. Uzaklığı binlerce kilometreymiş, müthiş bir uzaklık!" derken gözümün alt kapağı kaşındı. Kaşımaya başlayınca ayın, aşağı yukarı çeşitli yönlere hareket ettiğini gördüm. Gözümü teleskoptan ayırdım. Bir gözüm kapalı olarak gözümü kaşımaya devam ettim. Yazlıklar da, arkadaşım da, boydan boya deniz ve yazlıktaki bütün evler de kaşımanın şekline göre çeşitli yönlerde hareket ediyordu. Ay gerçekten de binlerce kilometre uzakta olsa, göz kapağının kaşınması kadar basit bir işlemle bu kadar hareket eder miydi? Arkadaşım, sahil, yazlıktaki evler, deniz çeşitli uzaklıklarda görünüyordu. Ama hepsi basit bir göz kaşıma hareketiyle toptan hareketleniyordu. Şimdi daha iyi anlıyorum ki dışarıda olduğunu düşündüğüm ve uzakta zannettiğim birşeyi seyrettiğimi sandığımda aslında yanılıyormuşum. Gerçekte Ay da, diğer nesneler de ve hatta kendim de aynı yerdeymişim. Bunların hepsi yalnızca beynimde oluşan 3 boyutlu bir görüntüymüş.

Şayet beyne bir bilgisayar bağlansa ve bilgisayardan beyne dokunma hissini oluşturacak elektrik sinyalleri gönderilse, gerçekte bir dokunma olayı olmadığı halde kişi dokunduğunu zannedebilir. Simülatör örneğinden de hatırlanacağı gibi bunu başarmak mümkündür.
MURAT: Çok güzel! Şimdi bir kere daha tekrar edelim. Yolda yürüyen bir insan aslında beyninin içindeki yolda yürür, beyninin içindeki arabalar yanından geçer. Tıpkı rüyasında yürüdüğü gibi tenha bir yolda yürürken Tolga'nın yaptığı gibi iki gözümüzün alt kapaklarını hafifçe ovuşturmamız bize bu gerçeği daha iyi hatırlatır. Yol ve ağaçlar çeşitli yönlere doğru hareketlenir. Bu, beynimizin içindeki görüntünün hareketlenmesidir. Seyrettiğimiz televizyonun anteni ile uğraşıldığında nasıl görüntü hareketlenirse burada da aynı sistem vardır. Beynimizin içindeki televizyonun karşısında oturmuş onu seyreden bir insan konumundayız, görüntüde ne gösterilirse onu seyrederiz. Yemek yemek, yolda yürümek, okula gitmek, iş dönüşü arkadaşlarla buluşmak; yani bütün hayatımızı sanki bir video kasetteki film gibi seyrederiz. Görüntü, ses, koku, tat, dokunma duyusu beyinde hissedilen duyulardır. Yani dış dünyamızı, iç dünyamızda yaşarız. Beynimizin içindeki küçük evimizde bütün hayatımızı geçiririz. Oradaki TV'den dışarıyı seyrederiz. Bütün bunları beynimizin içindeki 1 cm3'lük "hücremiz"de yaşarız. O "hücremiz"den hiç çıkmadan bir ömür süreriz.
TOLGA: Mesela renk körü olan bir insanın dünyayı farklı renklerde görmesi de bu konuya delil olur mu?
MURAT: Galiba bu konuyu iyice anladınız. Evet sizin de söylediğiniz gibi, insan bir ömür boyu bu görüntüleri seyrettiği için algıları ona ne ulaştırırsa dünyayı o şekilde algılar. Duyu organlarında oluşan hasarlar bozuk bir algıya yol açar, bu yüzden bir renk körü gerçek rengi anlayamaz. Göz hastaları dünyayı bulanık görür.
SABRİ: Anlıyorum…
MURAT: İnsan ömrü boyunca bu görüntülerin dışına çıkamaz, bu yüzden gördüğümüz şeylerin bizim gördüğümüz şekilde olduklarını iddia etmek, bunların gerçekleriyle muhatap olduğunu düşünmek mantıksız ve faydasızdır.
TOLGA: Bir dakika Murat, ben bir şey sormak istiyorum, bu konuyu bilen çok kişi var mı? Daha önce bu konuyu gündeme getiren, anlatan insanlar olmuş mu?

Tolga'nın verdiği örnek üzerine düşünülecek olunursa, kişi Ay'a baktığında da teleskoba ya da karşısındaki manzaraya baktığında da aslında aynı satıhtaki görüntülere bakmaktadır. Oysa bunlar insanı farklı mesafelerdeymiş gibi yanıltabilmektedir. Bu tür farklı uzaklıklara bakıp siz de Tolga gibi göz kapağınızın altını kaşıyacak olursanız baktığınız şeylerin sabit durmadığını, hareketlendiğini görürsünüz.
MURAT: Demin de söylediğim gibi bu gerçeği keşfetmiş sayısız insan var. Sadece düşünce alanında değil, bilimin; fizik, atom, astronomi gibi konularında çalışan, hepimizin adlarını çokça duyduğumuz ünlü bilim adamları da bu konuyu bir şekilde anlayıp kendilerince yorumlamışlar. Materyalist düşünürler, mesela Marx, Lenin gibi insanlar da bu konuyu o dönemde öğrenmişler ama kendi maddeci görüşleri açısından çok tehlikeli görmüşler. Bu yüzden her ne kadar gerçeği bilseler de böyle bir şeyi kabul etmenin kendi çıkarlarını engelleyeceğini fark edip bu gerçeğe karşı önlemler almaya çalışmışlar. İstersen sana gerekli kaynakları vereyim, sen de bir araştırma yap, sonuçlarını yarın konuşuruz.
Tüm Kulaklar Sağır, Tüm Gözler Kördür. Sadece Beyindeki Kulak Duyar,
Beyindeki Göz Görür

ADNAN OKTAR: "Zengin olan Benim" diyor Allah, "Sizin hiçbirinizin malı yok." Beynimizin içine bir bakıyoruz. Gözümüzle bastırdığımızda malımız böyle gelip gidiyor. Bir de bakıyoruz ki beynimizin içinde görüntüden başka bir mal yok. Paralara bakıyoruz, masamızın üstüne koyuyoruz, gözümüze kenardan bastırdığımızda paralar böyle böyle gidip geliyorlar. Beynimizin içinde bir görüntüdür paralar. Altınlar da görüntü. Evler, arabalar da bir görüntü. Allah, "sizin" diyor, "malınız yok" diyor, "fakirsiniz" diyor Allah. Nasıl fakir biliyor musunuz? Mutlak fakir. "Hiçbir şeyiniz yok" diyor Allah. "Muhtaçsınız" diyor Allah ayrıca. "Allah ise Gani, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır" diyor Allah. O görüntüyü ben veriyorum size diyor Allah.
SUNUCU: Şimdi bu görüntüyse ben buna nasıl dokunuyorum?
ADNAN OKTAR: Beyninin içinde şu an onu algıladın. Beyninin içinde hissediyorsun. Parmak ucunda hissetmiyorsun. Yani parmak, görüntüden dolayı, yani 3 boyutlu olduğu için, parmak görüntüsü ikisiyle birleştiğinde beyninde hepsi aynı yerde algılandığı için 3 boyutlu algıdan kaynaklanan bir hisle sanki parmağının ucuyla dokunduğunu zannediyorsun. Parmağının ucundaki his yoktur. O anlamda his yoktur. Sadece his beyindedir. Mesela benim görüntümü görüyorsun. Uzakta gibi görünüyorum, aynı yerdeyiz. Senin yaka mikrofonunla benim yaka mikrofonum aynı yerde. Beyninin içinde aynı yerde oluşuyoruz.
SUNUCU: Neden o zaman mesela ikimiz de sizi aynı yerde görüyoruz? Nasıl aynı görüyoruz o zaman?
ADNAN OKTAR: Evet. Dışarıda bir madde gerçekliğimiz var, fakat saydamız dışarıda. Saydam, atomun yapısından kaynaklanıyor bu. Fakat simsiyah karanlık vardır, dışarıda karanlık yoktur. Fotonlar var. Fotonları biz ışık olarak algılıyoruz. Ses dalgaları var dışarıda, dalgalar var. Dalgalar, beynimiz radyo gibidir. Beynimize gelir beynimizdeki radyoda o sese dönüşür. Beynimizin içindeki kulak duyuyor. Bu kulakların hepsi sağırdır, iki kulak da bunlar cihaz. Yani titreşimi elektriğe dönüştüren cihazdır kulaklar. Yani dışarıdan gelen ses dalgalarını elektrik akımına dönüştüren cihazlardır. Kulakta hiçbir şekilde insan duyamaz. Burun da öyledir, insanlar burunla koklayamaz. Burun dışarıdan gelen gazları kimyasal maddeleri, elektrik enerjisine dönüştürür ve beyne iletir, beyinde biz koklarız. Yani beynimizin içindeki gülü koklarız biz. Gülün görüntüsü de yani dışarıdaki gül görüntüsü siyahtır, karanlıktır ve saydamdır, ışık olsa bile saydamdır. Dolayısıyla o kırmızı rengi, yeşil rengi tamamen beyinde oluşuyor, bir algıdır. Bunu savunmayan hiçbir bilim adamı yok. Dinsizi, imansızı, Budisti, Müslümanı, Hıristiyanı hepsi bu konuda ittifak halindedir. Yani bilimsel bir gerçektir bu. (Sayın Adnan Oktar'ın Ekin TV röportajından, 11 Ocak 2010)
21. Yüzyıl İnsanların Maddenin Gerçeğini Kavrayacağı Yüzyıl Olacaktır
ADNAN OKTAR: Ahir zamanda Hz. Mehdi (as) devrindeyiz. Böyle olacak diyor Resulullah (sav), muhbir-i sadık. Böyle oluyor. Ama bir on yıl sonra, 2012'den sonra insanların beyni, ruhu değişecek. Bambaşka bir aleme, bambaşka bir bakış açısında girecek insanlar. Hatta onu kıyamet olarak almıştı birçok insan. Ta milattan önceki devirlere ait yazıtlarda da vardır. 2012, ya bir kıyamet deniyor ya da insanların ruhunda esaslı bir değişim.
SUNUCU: Nasıl bir değişim?
ADNAN OKTAR: Maddenin hakikatini görecek insanlar. Şu an maddenin hakikatini bilmiyorlar. Mesela ben sizi şu an görüyorum. Beynimin içinde şöyle küçük bir yerde siz şu an oluşuyorsunuz, ama o kadar canlı ve o kadar net ki hakikaten uzak görünüyor şu an. Hakikaten uzak görünüyor. Mesela şu kadar görünüyorsunuz beynimin içinde. Küçük bir şey, bir insan gibi görünüyorsunuz o bana yetiyor ve hepsi de şu kadarcık yerde oluyor. Mesela ışık var beynin içinde pırıl pırıl, dışarıda ışık yoktur, dış alemde. Ve beynimin üstünde, apartmanda oturur gibi beynimin üstünde oturup sizi seyrediyorum şu an gözlerimden. Tabii bunun farkına varacak insanlar, yani şu an anlatsak da herkes tam anlayamıyor şu an. Mesela dışarıda ses yok, ses beynin bir yorumu, sırf beyne has bir şeydir, bu beyindeki ruhun yorumudur.
Ses; dalga vardır dışarıda, yani dalga o kadar. İnsanlar dışarıda muazzam gürültü var sanıyorlar, dışarıda çıt yoktur yani hiçbir ses yoktur. Bütün ses beynin içinde ruh tarafından algılanır, o ses dalgalarını beyin ses olarak algılıyor. Görüntü de öyle; gözümüz görmez. Bakıyor gibi görünür, ama gözler görmez, gözler bir çift kameradır, etten kamera. Onlar ışık ışınlarını belirli bir noktaya düşürürler orada o kimyasal enerji elektrik enerjisine dönüşüyor. Elektrik enerjisi alıp onu beynimize götürüyor, tabii bu çok harika sistem o ayrı mesele. O elektriği ruhumuz dünya olarak görüyor, elektrik akımını. Çok düşük amperli bir elektrik, çok çok düşük o etin içinden geçer kablosuz mablosuz öyle geçer gelir ve bu kadar üç boyutlu net görüntü olur....
2012'den itibaren kafaları tam açılacak insanların ve çok net görülecek. (Sayın Adnan Oktar'ın Adıyaman Asu TV röportajından, 23 Kasım 2009)

2. Gün


Ertesi gün konu bir yemek sofrasında devam eder…
SABRİ: Arkadaşlar bütün gece düşündüm, hala cevaplayamadığım bir soru buldum. Tamam herşey beyinde algılanıyor ama dışarıda da bunların asılları aynen benim gördüğüm şekilde olmalı, eğer olmasaydı seninle konuşabilir miydik? Benim söylediklerimi nasıl anlıyorsun? Demek ki karşımda başka insanlar var ve onlarla ortak dili konuşup ortak tatları alıyoruz. Mesela yemek hepimize aynı tadı verdi, salatadaki limon hepimiz için ekşiydi, demek ki dışarıda herkesin yediği ortak bir yemek lezzeti, ortak bir limon tadı var. Veya fabrikaya gittiğimde işçiler orada çalışıyorlar ve onların işbölümü ile ürettikleri malları biz satıyoruz. Ben muhatap olmasam da dışarıda bu dünya aynen var. Öyle değil mi?
MURAT: Sabri Bey bunu sorduğunuz iyi oldu, böylece dün konuştuğumuz şeyleri hatırlama imkanı bulduk. Ama önce şunu belirtmek gerek, biz hiçbir zaman dışarıda madde yok demiyoruz. Bizim söylediğimiz, Allah'ın yaratttığı ve dışarıda var olan maddenin aslına hiçbir zaman ulaşamayacağımız. Yani hiçbir zaman bu sofranın, bu sofradaki tabakların, çatalların, bardakların, ekmeğin, çorbanın gerçek halini bilemeyeceğimiz. Her zaman sadece ve sadece beynimizdeki sofrada oturup, beynimizdeki sofrada yemek yiyip, beynimizdeki sofrada sohbet edeceğiz.
SABRİ: Doğru!
MURAT: O zaman beni nerede görüyorsunuz?
SABRİ: Beynimde.
MURAT: Peki ya sesimi nerede duyuyorsunuz?
SABRİ: Beynimde…
MURAT: Bu oda, odadaki eşyalar, Sibel ve Tolga'ya ait ses ve görüntüler nerede oluşuyor?
SABRİ: Onlar da beynimde ama…
MURAT: Yediğiniz limonun ekşi tadını nerede hissediyorsunuz?
SABRİ: Tamam anladım o da ve siz de beynimin içindesiniz!
MURAT: Aynı şekilde eviniz, aileniz, işyeriniz, işçileriniz, ürettiğiniz mallar, seyrettiğiniz televizyon, gittiğiniz bir ülke, onların konuştuğu yabancı dil ve bunlara ait her türlü bilgi ve bunların arasında kıyas yapmanızı sağlayan hafıza da beyninizde değil mi?
Bakın bu önemli gerçekle ilgili Bertrand Russell ve L. Wittgeinstein gibi ünlü filozofların düşünceleri şöyledir:
"… örneğin bir limonun nasıl bir süreçle varlaştığı sorulamaz ve incelenemez. Limon, sadece dille anlaşılan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen renk ve biçimden ibarettir ve yalnız bu nitelikleri bilimsel bir araştırmanın ve yargının konusu olabilir. Bilim, nesnel dünyayı asla bilemez." 6
SİBEL: O halde bir yiyeceği tattığımızda bir başkasının o yiyecekten aldığı tadın veya bir sesi duyduğumuzda başka birisinin duyduğu sesin bizim algıladıklarımız ile aynı olduğundan emin olmamız mümkün değildir. Böyle söyleyebilir miyiz?
MURAT: Evet Sibel. Çok doğru ifade ettin. Ünlü bilim adamı Lincoln Barnett de bu konuyu tam olarak şöyle ifade ediyor: "Hiç kimse kendisinin kırmızıyı ya da do notasını duyuşunun başka bir insanınki ile aynı olup olmadığını bilemez." 7 Biz ancak duyu organlarımızın bize ilettiği kadarını bilebiliriz. Çünkü dışımızdaki somut gerçekliğe doğrudan ulaşmamız mümkün değildir. Onu da yorumlayan beyindir. Aslına hiçbir koşulda ulaşamayız. Dolayısıyla aynı şeyden söz ettiğimizi düşündüğümüzde dahi, aslında herkesin beyni farklı bir şey algılıyor olabilir. Bunun sebebi algılanan şeyin algılayana bağlı oluşudur.
İşte görüyorsunuz, her an sadece algılardan oluşmuş bir görüntüyü seyrettiğimiz, dışımızdaki nesnelerin asıllarıyla hiçbir şekilde muhatap olamadığımız konusunda yapılacak bir itiraz veya getirilecek aksi bir delil yoktur. Bu aşamadan sonra insanın bunu kabul etmesini engelleyen şeyler samimi şüpheler değil, önyargı, dünyaya bağlılık, hırslar gibi kişisel sorunlardır.
SABRİ: Biraz düşünmem lazım!
SİBEL: Dünden beri bu konuyu düşünüyorum. Aklımda hiç şüphe kalmadı, ama insanın alışması biraz zor oluyor; çünkü gördüğüm şeylerdeki sonsuz sayıdaki ayrıntı dikkatimi dağıtıyor. MURAT, bir soru da ben sormak istiyorum. Bu mükemmel görüntüler nereden geliyor? Gerçi cevabını tahmin ediyorum ama sen anlatırsan daha iyi olur.
TOLGA: Ben daha önce bir şey eklemek istiyorum. Dün gece Murat'ın anlattığı konularla ilgili çok sayıda kitaba baktım. Ayrıca internette de uzun bir vakit geçirdim. Sabaha kadar bu konuyu araştırdım. Aslında senin de söylediğin gibi Eflatun'dan Muhyiddin Arabi'ye, Immanuel Kant'tan George Berkeley'e kadar düşünürlerin büyük bir kısmı bu konuyu bir şekilde anlamış ve anlatmış. Ancak yaşadıkları dönemin koşulları ve karşıt görüşlerin baskısı, konunun tam olarak anlaşılmasını ve yaygınlaşmasını engellemiş. Bir kısmı da keşfettikleri şeyi yanlış değerlendirmişler. Ben bunları inceledikten sonra, bu konuyu yabancı kaynaklarda biyoloji, fizik ve anatomi açısından da araştırdım ve herşeyin algıda anlam kazandığı ve beynimizdeki bir görüntüyü seyrettiğimiz konusunda hiç şüphem kalmadı.




Buraya kadar anlatılan gerçekler ortaya koymaktadır ki insan yaşamı boyunca muhatap olduğu herşeyi aslında beyninde görmektedir. Örneğin bir gökdelenin 20. katından pencereyi açıp dışarı baktığınızda gözünüzün önünde duran tüm şehir, binalar, insanlar, iş yerleri, arabalar, caddeler, sokaklar, gökyüzü, deniz, burada saydığımız ve sayamadığımız herşey aslında yalnızca ve yalnızca beyinde algılanan bir görüntüden ibarettir.
MURAT: TOLGA, çalışman için seni kutlarım. Maddenin bir algılar bütünü olması gerçeğini yarım anlayanlar; "Bu bir idealizmdir, bilinen eski bir felsefedir." diyerek konuyu geçiştirmeye çalışmaktadırlar. Oysa bu, geçiştirilecek bir konu değildir. Bütün insanlık için ehemmiyeti çok büyük olan fevkalade önemli bir gerçektir. Senin de söylediğin gibi bu konu ne düşünce dünyasında ne de bilim dünyasında yeni bir konu değil. Bilimin henüz çok fazla gelişmediği çağlarda da düşünen bazı kişiler bu konuyu ya ilahi kitaplar ve elçilerin yol göstermesiyle ya da tefekkür yoluyla fark etmişlerdir. Biraz önce de bazı düşünürlerden alıntılar yaptık zaten.
Felsefenin iki kolundan biri olan idealizm ve İlahi dinlerde rastladığımız tasavvuf bu konuyla yakından ilgilenmiştir. Ayrıca gelişen bilimle beraber fizik, astronomi, atom fiziği, psikoloji, biyoloji, tıp gibi bilimler ister istemez bu gerçeğin teknik yönlerini ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden bu konunun insana yabancı gelmesi, bu saydığımız konulara uzak olmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki bugün liselerdeki biyoloji derslerinde bile algıların beyinde oluşması konusu etraflıca anlatılmaktadır. Yani her insan okulda öğrendiği birkaç biyoloji bilgisiyle bile bu gerçeği kavrayabilir.
TOLGA: Böyle çok bilinen bir konudan haberdar olmamak inanılacak gibi değil! Bunu düşünmeyi engelleyen insanların amaçlarını anlayamıyorum!
MURAT: Senin de söylediğin gibi, hem bu gerçeği keşfeden kişilerin içinde bulundukları koşullar, hem bu kişilerin büyük bir kısmının yaptığı yanlış yorumlar ve en önemlisi insanların bu konuya karşı olan tepkileri bu konunun bütün dünya tarafından anlaşılmasını engellemiş. Maddeci dünya görüşü bu gerçeği saklamak, yalanlamak, engellemek için her türlü çareye başvurmuştur. Mesela bu konuyu çok iyi anlamış bir filozof olan Berkeley, döneminin en büyük düşünürü olmasına rağmen bu konudaki çalışmalarına karşı, Fransız materyalistleri başta olmak üzere yoğun bir hakaret ve karalama kampanyası başlatılmış, Berkeley deli olmakla bile suçlanmıştır, ancak yazdığı eserler birçok kişinin gerçeği görmesine de vesile olmuştur.

Dışarıyla muhatap olmadan yapay bir ortam oluşturulabileceğine dair en iyi örneklerden biri hipnoz olayıdır. Telkinle hipnotize edilen bir kişiyi sıcağın soğuk, tuzlunun tatlı olduğuna inandırılabilir kendisinin o an stüdyoda olduğu halde deniz kenarında tatilde olduğunu sanmasını sağlayabilirsiniz.
Ve bilmelisiniz ki bu gerçeği anlamak, yepyeni ve gerçek bir hayata başlamak ve insanın hayata bakış açısının tamamen değişmesi demektir. Bu durumda maddeyi mutlak gerçek zannettiren aldatıcı materyalist düşünceler ortadan kalkar. Gerçek evrenin farkına varılır. Kişi ömrü boyunca, bir algıdan ibaret olan görüntülerle hem eğitilir hem de imtihan olur. Sonsuzluk, zamansızlık, kader gibi konuların sırrı da bu gerçek içinde saklıdır.
SİBEL: Hem de çok büyük bir gerçek bu. Ama ben hala merak ediyorum. Lütfen bu görüntülerin kaynağını artık anlatır mısın bize?
MURAT: Evet, sıra Sibel'in sorusunda. İleride çok daha detaylarına gireceğim ama ben baştan sana bildiğin gerçeği söyleyeyim. Tüm bu görüntüleri bize izleten, algılar içinde bir hayatı yaşatan Allah'tır. Bu, apaçık bir gerçek. Ama Allah'ın sonsuz kudretini, herşeyi yoktan var ettiğini anlatmadan önce size biraz daha detay vermek istiyorum.
SİBEL: Evet, herşeyi Allah'ın bize izlettirdiği benim de çok iyi kavradığım bir konuydu. Ama dediğin gibi sen anlatacaklarına devam et. Sonra bu konuda benim de söylemek isteyeceğim bazı şeyler olacak.
MURAT: Şu anda biliyoruz ki bizim hayat olarak yaşadığımız herşey, gördüğümüz her görüntü, duyduğumuz her ses beynimizde oluşuyor. Bizim dünya dediğimiz şey, algılardan oluşan üç boyutlu bir görüntüdür. Dışarısı ile yani maddi dünya ile doğrudan muhatap olduğumuza dair bir bilgi, bir kanıt, bir ispat yok. Ömrümüz boyunca bize gösterilen görüntülerden başka bir şeyle muhatap olamıyoruz. Mesela bakın televizyonda ünlü bir SUNUCU var ve gazetecilerle röportaj yapıyor. TOLGA, bu durumu sen bize açıklayabilir misin?

Halka açık bir hipnoz seansında tüm izleyiciler hayretle hipnotize edilen kişiyi izlerler. Bunun nedeni bu kişinin kendisine telkin edilen ortama inanması ve ona göre davranmasıdır. Örneğin kendisine ünlü bir futbolcu olduğu telkini verildiğinde elindeki yastığın da aslında bir top olduğu söylendiğinde bu telkin kişiye öylesine inandırıcı gelmektedir ki yastıkla bir top gibi oynamaya çalışmaktadır.
TOLGA: Bu sunucu belki farkında değil, ama aslında o televizyona çıktığında kalabalığa karşı şov yapmıyor, beyninin içindeki görüntüye şov yapıyor, yani yaptığını zannediyor. Basın toplantısı yaptığını zannederken aslında beyninin içindeki basın mensubu görüntülerine basın açıklaması yapıyor, yani yaptığını zannediyor. Mesela bu sunucunun programını seyreden kişiler de, her biri ayrı ayrı beyinlerinde sunucuyu görüyorlar. Sunucu da kendi beynindeki salonda kalabalık bir halk görüntüsünü görüyor. Onlara bir şey anlatmaya niyet ediyor. Halbuki tüm bunlar, içi kapkaranlık olan beyninin içinde gerçekleşiyor.
MURAT: Tolga bu konuyu çok güzel ifade etti. Ancak insan bu şekilde düşünmeye pek alışık değildir. Bu nedenle daha bol örnek üzerinde konuşalım isterseniz. En sevdiğiniz programlar hangi kanalda oluyor? Durun diğer kanallara da bakalım.
TOLGA: Bakın burada da bir talk-show var! Daha önce izlemiş miydiniz? Bu programda hep hipnoz gösterisi yapıyorlar. Murat, bu hipnoz da bizim konumuzun içinde değil mi?
MURAT: Neredeyse unutuyordum! Elbette, hipnoz bu konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabilir. Ekrandaki hipnozcuya bakın. Yaptığı telkinlerle, seyircilere olmadık şeyler yaptırıyor. Bakın şu çocuk kendini ünlü bir futbolcu, bütün minderleri de top olarak görüyor. Şu bayan her tarafta lekeler görüyor ve elindeki bezle onları silmeye çalışıyor. Uzun boylu çocuk etrafında gördüğü herkesi uzaydan gelmiş bir yaratık zannediyor.
İşte siz de gördünüz. Rüya gibi, hipnoz esnasında da kişiye verilen suni telkinlerle hiç olmayan bir dünya inşa edip, hipnoz olmuş kişiyi bu dünyada yaşatmak mümkündür.
SİBEL: Doğru, şimdi bu çocuğa gidip "bunların hepsi hayal, sana hipnoz yaptılar, aslında ne sen ünlü bir futbolcusun ne de bu tekmelediğin şeyler top!" desek çok negatif bir tepkiyle karşılaşabiliriz. Şu anda kalabalık bir salondasın, yüze yakın kişi senin hipnoz seansını izliyor desek, söylediklerimize kesinlikle inandıramayız.
MURAT: Evet haklısın, şimdi gelelim bugünün konusuna, dün ve bugün, "Herşey algılardan oluşuyor ve bunlar sonunda gelip beynin ilgili merkezine ulaşıyorlar ve biz de orada algıladığımız bu görüntülere bir anlam veriyoruz" demiştik. Burada üç tane önemli soru var. Birincisi, bütün bu işleri beyin mi yapıyor? İkincisi, bu görüntüyü seyreden yani ben dediğimiz şeyin mahiyeti nedir? Üçüncüsü de bu görüntülerin kaynağı ve bize gösterilmesinin sebebi nedir?
TOLGA: Tabii ki bütün bu işleri beyin yapıyor. Düşünsene, beynimiz olmasaydı ne görüntü kalırdı ne de his!

İnsanın beyni de karşısındaki tüm bu görüntüler bütününe dahildir. Kasaptan aldığınız bir beyni düşünün; bunu da elinizde tutar, gözünüzle görür ve duyu organlarınızla tanırsınız. Aynı şey sizin beyniniz için de geçerlidir. Üstelik beyin denilen bu et parçasının sevinmesi, üzülmesi, kendisine ulaşan elektrik sinyallerini yorumlaması, yüzlerce farklı sesi, kokuyu ve tadı ayırt etmesi mümkün değildir.
SABRİ: Doğru söyledin.
MURAT: Yani sizce bu görüntüleri gören, hisseden, gülen, ağlayan, vicdan, ahlak gibi daha sayısız manevi değere sahip olan şey beyin midir? Beyin ortalama 1.5 kiloluk bir et parçası değil midir? Beynin maddi varlığının gördüğümüz diğer nesnelerden bir farkı var mıdır? Bunları bir düşünün. Beyin de kol gibi, bacak gibi bir görüntü değil mi?
SİBEL: Haklısın. Bunu hiç düşünmemiştim!
SABRİ: Bir dakika sen ne demek istiyorsun! Yani beyin de mi beynin içinde algılanan bir görüntü? O zaman biz herşeyi nerede görüyoruz söyler misin?
MURAT: Şaşıracağınız bir konuyla bu sorunu açıklamaya çalışacağım. Şimdi anlatacağım konuyu belki de ilk defa duyacak olabilirsiniz. Biraz evvel nasıl gördüğümüzü ve duyduğumuzu anlatırken kulağımıza gelen ses dalgalarının sinirlerle bir elektrik sinyali olarak beyne iletildiğini ve duyma işleminin beyinde gerçekleştiğini anlatmıştım. Ancak tüm bunlardan daha dikkat çekici olan, beynin içinde, tüm bu kusursuz işlemlerin sonucunda üç boyutlu ve rengarenk görüntüyü gören, sesleri hiçbir kusur olmadan duyan, yüzlerce farklı tadı birbirinden ayırt edebilen, düşünebilen, hissedebilen, hesap yapabilen bir varlığın bulunmasıdır. Beyin sadece gözden, kulaktan, burundan, dilden, deriden gelen elektrik sinyallerini kendinde toplar. Ancak beynin içinde bu sinyalleri yorumlayan, yani görüntüyü gören bir başka varlık vardır. Bunları beynindeki hücrelerin yaptığını söyleyemezsin değil mi SİBEL?
SİBEL: Tabii ki MURAT, hücre dediğin şeyin gözü, kulağı yok ki görsün, işitsin!
MURAT: Evet, işte şaşırtıcı olan da budur. Bu varlık göze ihtiyaç duymadan gören, kulağa ihtiyaç duymadan duyan, gördüklerini işittiklerini idrak eden bir varlıktır. Bilim adamları da bu konuda açıklamalar yapmışlardır bugüne kadar. Örneğin R.L. Gregory isimli yazar bu konuyla ilgili durumu şöyle açıklamıştır:
"Gözlerin beyinde resimler oluşturduğunu söylemeye yönelik bir eğilim söz konusudur, fakat bundan kaçınmak gerekir. Beyinde bir resim oluştuğu söylenirse bunu görmesi için içte bir göz daha olması gerekir -fakat bu gözün resmini görebilmek için bir göze daha ihtiyaç olacaktır,... ve bu da sonsuz bir göz ve resim olması anlamına gelir. Bu mümkün olamaz." 8
Gördüğünüz gibi, bu yazar aslında durumu anlamış ve açıkça ifade etmiştir. Ama materyalist görüşleri nedeniyle "içteki göz"ün kime ait olduğunu cevaplayamamış ve gerçeği baştan reddetmiştir. Karl Pribram da bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin kim olduğu ile ilgili bu önemli arayışa dikkat çekmiştir:
"Yunanlılardan beri, filozoflar "makinenin içindeki hayalet", "küçük insanın içindeki küçük insan", vb. üzerine düşünüp durmuşlardı. Ben -beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi gerçekleştiren kim?" Assisi'li Aziz Francis'in de söylemiş olduğu gibi: "Aradığımız şey bakanın ne olduğudur." 9
Şimdi ben de size tekrar soruyorum, burada benim anlattıklarımı dinleyen, gördüğü resimlerle, şemalarla ilgili detayları soran, aklına takılan konulara cevap arayan bu şuur –beyninizin içindeki hücreler ve algı merkezleri değilse- kimdir?
TOLGA: Nasıl yani, beynimizde bizim söylediklerimizi, sorularımızı dinleyen ve yorumlayan bizim bilmediğimiz biri mi var?
MURAT: Sorduğun sorunun cevabı çok önemli Tolga. Çünkü bugüne kadar yapılan incelemeler ve gözlemlerle böyle bir merkeze, varlığa rastlanmamıştır dedim. O halde insanın beyninde oluşan bu sesi, müziği, insan konuşmasını dinleyen insanın şuurudur.
TOLGA: Şuur mu dediniz? Peki bu şuur beynimizin içinde nerede?

Aslında her insan kendi ekranıyla yani kendi ruhuna gösterilen görüntülerle muhataptır. Aynı mekanda bulunsalar da hiç kimse bir başkasının muhatap olduğu görüntüleri bilemez. Her insan kendi "ekranında" gösterilen görüntüleri görebilir.
MURAT: Şuur derken beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası, sinir hücrelerinden bahsetmiyorum. Bu şuur, Allah'ın yarattığı ve insana vermiş olduğu RUH‘tur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz. Bu, Allah'ın bir mucizesidir.
SİBEL: O halde gerçekte gören, duyan, hisseden yalnızca ruhumuzsa, duyu organlarımızın sadece bir araç olduğunu söylememiz doğru olur mu?
MURAT: Elbette, Sibel. Bu, açık bir gerçek.
SİBEL: Bu gerçek insanı heyecanlandırıyor.
SABRİ: Üstelik hem şaşırtıyor hem de düşündürüyor. İnsan hiçbir şeye gücünün yetmediğini bir kez daha anlıyor ve Allah'ın büyüklüğüne şahit oluyor.
MURAT: Söylediğiniz çok doğru Sabri Bey. Sizin gibi bu açık ve ilmi gerçeği öğrenen her insanın aslında beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp O'ndan korkup O'na sığınması gerekir.
TOLGA: Ben de anlıyorum! Beynimizle de bir algı olarak muhatap olabildiğimize göre bunları gören, algılayan, bir tek şey olabilir. O da, Allah'ın yarattığı ve hepimize verdiği ruhumuzdur. Ruhun görüntüden farklı, özel bir varlık olduğu belli. Bugüne kadar bütün bu özelliklerin beyne ait olduğunu nasıl düşündüm bilmiyorum!
MURAT: Ruhun bir özelliği ise gördüğü görüntüden etkilenmesidir. Görüntüler ruhta doygunluk, acı, neşe, korku gibi hislerin oluşmasına yol açar. Yani bu görüntüler ruhu etkileyecek, ruh ise bu görüntülerden etkilenecek şekilde yaratılmıştır. Bu şekilde kendimizi kişiye özel bir dünyada, bir imtihan ortamında buluruz. Böylece dünya hayatı dediğimiz şeyin ruh tarafından seyredilen özel görüntüler olduğu ortaya çıkar.
SİBEL: Ruh tek başınaysa ve sadece görüntüleri algılayan varlık durumundaysa bu görüntüleri bize seyrettiren, ruh dışında üstün bir varlık vardır. Ayrıca bu görüntüleri bize seyrettirmesinde de mutlak bir amaç vardır.
MURAT: Evet SİBEL. Aslında hiç bu kadar uzatmadan bir seferde anlaşılabilecek bir durum bu. Senin de bildiğin gibi bize herşeyi seyrettiren, üstün ilim sahibi Allah'tır.
Bu görüntüler kesintisiz olarak ruhumuza izlettirilir. Allah bu şekilde hepimizi kendi dünyamızda yaşatmakta ve imtihan etmektedir.
SİBEL: Bunu bir televizyon yayını gibi de düşünebiliriz değil mi? Yani Allah, dünya olarak algıladığımız görüntülerin belirli bir hikmet ve ilimle ruh dediğimiz varlık tarafından algılanmasını sağlar. Bu yayın kesilmediği ve değişmediği sürece, yani Allah bize dilediği görüntüleri gösterdiği sürece biz hiç farkına varmadan olaylara tepki veririz, halbuki biz ruh ve ruhun seyrettikleri dışında bir dış dünya ile muhatap değilizdir.
MURAT: Elbette! Ruhun varlığı açık bir şekilde ispatlandıktan sonra geriye bu görüntülerin kaynağı ve sebebi kalıyor. Ayrıca bütün bu öğrendiklerimizden çıkaracağımız hayati öneme sahip sonuçlar var. Birinci konu, görüntülerin kaynağı ve mahiyetidir. Artık biliyoruz ki biz maddenin aslıyla muhatap değiliz ve sadece algılardan oluşmuş mükemmel bir dünya seyretmekteyiz. Bu görüntülerin mükemmelliği, yaratılışındaki sanat, ilim, hikmet gibi unsurlar bize üstün Yaratıcımız'ı tanıtmaktadır. Herşeyi yaratan Allah'tan başka mutlak varlık yoktur. Allah'ın varlığı dışında kalanlar bize Allah'ın görüntü olarak gösterdiği tecellileridir. Allah bütün gücün, aklın, ilmin, sanatın, kudretin, hikmetin sahibidir. Biz görüntüleri, görüntülerin yaratılışındaki üstün ilmi, ruhun görüntü karşısındaki durumunu düşünerek Allah'ın varlığının ve sıfatlarının en mükemmel şekilde farkına varırız. Eğer biz bu gerçeği bu şekilde bilmezsek, Allah'a iman konusunda büyük eksiklikler yaşar, çok yanlış kanaatlere sahip oluruz.
SİBEL: O halde Allah'tan başka varlık yoktur.
MURAT: Elbette Allah'ın varlığı dışında mutlak anlamda bir varlık yoktur, olması da mümkün değildir. Varlıklar, bizim için sadece ruhun gördüğü görüntüler, gece gördüğümüz rüyalar gibi bir hayal, bir algı şeklinde vardır. Bunun dışında bir şeyin mutlak olarak var olduğunu iddia etmek, onunla muhatap olabildiğini söylemek yanlış bir inançtan kaynaklanmaktadır.
Ayrıca, herşey Allah'ın yarattığı bir algı olduğu için, hiçbir varlığın da Allah'tan bağımsız bir güç ve iradesi yoktur. Bazı insanlar Allah'ın varlığını anlatmaya çalışırken, "Allah'ı göremiyoruz ama radyo dalgalarını da göremiyoruz ve radyo dalgalarının var olduğunu biliyoruz. O zaman Allah radyo dalgası gibi vardır" tarzında garip mantıklar kullanırlar ki bu çok yanlıştır. Bu mantıkla düşünen insan, maddeyi mutlak varlık kabul etmekte, Allah'ı ise (Allah'ı tenzih ederim) maddeyi çevreleyen soyut bir varlık gibi tahayyül etmektedir. Oysa gerçekte Allah mutlak varlıktır, diğer varlıklar O'nun yarattığı tecellilerdir. Allah vardır, diğer herşey birer gölge varlıktır.
SABRİ: Ama biz bu konuları böyle öğrenmedik! Yani tamam herşeyi Allah yaratmıştır, Allah'tan başka İlah yoktur ve en üstün sıfatlara sahiptir ama dünyada biz tamamen kendi irademiz ve aklımızla yaşarız. Yani insan kendi yolunu kendi çizer.
MURAT: SABRİ Bey'in ifadesinden de anlaşılacağı gibi, Allah hakkında, kader hakkında birçok yanlış inanç yüzünden insanların kafası karışmış durumda. Maddenin kendi başına Allah'tan bağımsız olduğuna inanan bir insan, elbette ki herşeyi kendi birtakım düşüncelerine göre değerlendirecektir. Allah'ın sonsuz gücünü, sonsuz ilmini, mutlak varlığını kavrayamayanlar, Allah'ın varlığı hakkında çok yanlış görüşlere sahiptirler. O'nu göklerde bir yerde bulunan, dünya işlerine müdahale etmeyen bir varlık olarak (Allah'ı tenzih ederim) tasvir ederken yaşadıkları dünyanın tek elle tutulur gerçeklik olduğuna inanırlar. Hatta az önce de belirttiğim gibi pervasızca asıl maddi varlıkların kendileri olduklarını, (Allah'ı tenzih ederim) Allah'ın ise bir hayal, maddi olmayan ruhani bir varlık olduğunu, maddeye de etki etmediğini düşünür ve savunurlar. Veya, Allah'ı gözleri ile göremedikleri için, "herhalde Allah bizim göremeyeceğimiz bir yerde, uzayın veya göklerin uzak bir yerinde bulunuyor" derler. (Allah'ı tenzih ederim) Bunların hepsi büyük bir yanılgıdır.
Çünkü Allah, sadece göklerde değil her yerdedir. Allah, tek mutlak varlık olarak, tüm kainatı, tüm insanları, yerleri, gökleri, her yeri sarıp kuşatmıştır ve Allah tüm evrende tecelli etmektedir. Hadislerde rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (sav), Allah'ın gökte olduğunu söyleyen bir şahsa doğru söylediğini bildirmiştir. Ancak bu rivayet, Allah'ın her yerde olduğu gerçeğiyle hiçbir şekilde çelişmemektedir. Zira, dünyanın sizin bulunduğunuz noktasındaki bir kişi ellerini göğe kaldırarak Allah'a dua etse ve Allah'ın gökte olduğunu düşünse, Güney Kutbu'nda bir başka insan da aynı şekilde Allah'a yönelse, Kuzey Kutbu'nda bir insan ellerini göğe kaldırsa, Japonya'daki bir insan, Amerika'daki bir insan, Ekvator'daki bir insan da aynı şekilde ellerini göğe kaldırarak Allah'a yönelse, bu durumda herhangi bir sabit yönden söz etmek mümkün değildir. Aynı şekilde evrenin ve uzayın farklı noktalarındaki cinler, melekler, şeytanlar da göğe doğru dua etse herhangi bir sabit gökten veya yönden söz etmek mümkün olmayacak, tüm evreni kaplayan bir durum olacaktır.
Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah zamandan ve mekandan münezzehtir. Allah'ın Zatı başkadır. Allah'ın tecellileri ise her yerdedir. Bir kişi bir odaya girse burada Allah yok derse, Allah'ı inkar etmiş olur. Allah'ın tecellileri o oda da dahil her yerdedir. Siz her nereye dönerseniz, Allah'ın tecellisi oradadır. Allah'ın her yeri sarıp kuşattığı, bize şah damarımızdan yakın olduğu, her nereye dönersek Allah'ın yüzünü göreceğimiz birçok Kuran ayeti ile bildirilmiştir. Örneğin Allah, Bakara Suresi'nin 255. ayetinde "... O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır..." diye bildirmektedir. Hud Suresinin 92. ayetinde ise, "... Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır." denilerek, Allah'ın insanları da yaptıklarını da kuşattığı bildirilmektedir.
SİBEL: Ben de hep böyle düşünüyordum; çünkü bize böyle öğrettiler. Ama şimdi ne kadar yanıldığımı anlıyorum.
MURAT: Bu konu Kuran'ın birçok ayetinde açıklanmıştır. Bir kısım ayetlerin anlaşılmasında da önemli bir sır niteliğindedir. Sizin gibi, maddenin bir nevi hayal olduğunu anlayan insanlar için artık herşey açık ve anlaşılır bir hale gelir. Böyle bir durumda insan, Allah'ın kendisine ne kadar yakın olduğunu bir anda kavrar. Böylece Allah hakkında yapılan yanlış yorumlar, insanların sahip olduğu yanlış inançlar da hemen gün ışığına çıkar. Allah'ın insana yakınlığı konusunu bugüne kadar çok fazla düşünmemiş olabilirsiniz. Ama bu gerçekler düşünüldüğünde anlaşılıyor ki aslında hayatımız boyunca bize en yakın olan varlık, Allah'tır.
TOLGA: Hiç bu şekilde düşünmemiştim!
MURAT: Evet TOLGA! Allah sana benden, SİBEL'den, SABRİ Bey'den hatta senin kendinden bile daha yakındır. Kaf Suresi'nin 16. ayetinde Allah insan için, "Biz ona şahdamarından daha yakınız" demektedir. İsra Suresi'nin 60. ayetinde ise "Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" şeklinde bu gerçek belirtilmiştir. Ancak bir insan, bedeninin "madde"den ibaret olduğunu zannettiğinde bu önemli gerçeği kavrayamaz. Örneğin "kendi" zannettiği yer beyniyse, dışarısı olarak kabul ettiği yer kendisine 20-30 cm. gibi bir uzaklıkta olur. Ama maddenin aslıyla muhatap olmadığını, yalnızca zihnindeki algılarla karşı karşıya olduğunu kavradığında artık dışarısı, içerisi, uzak, yakın gibi kavramlar anlamsızlaşır. Allah kendisini çepeçevre kuşatmıştır ve ona "sonsuz yakın"dır.
TOLGA: SONSUZ YAKINLIK! Daha önce bunu hiç düşünmemiştim. Çok açık, çok net ama aynı zamanda da bugüne kadar düşünmediğim bir gerçek. Gerçekten çok şaşırtıcı!
MURAT: Bakın bu konuyla ilgili başka ayetler de var. Bu ayetleri size söylemek istiyorum. Lütfen dinleyin.
Hele can boğaza gelip dayandığında, Ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz, Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz. Vakıa Suresi, 83-85
Bir başka ayette ise bu konudan şöyle söz ediliyor:
Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. Bakara Suresi, 186
TOLGA: Evet, ayetler çok açıklayıcı oldu. Gerçekten de sonsuz yakınlık derken neyi kastettiğini şimdi çok daha iyi anladım.
SİBEL: Açıkçası ben de anladım ve çok heyecan duydum. Allah her an benimle beraber, her dua ettiğimde duamı işitiyor, her yaptığımı, her düşündüğümü biliyor. Yani bana benden daha yakın. Bu, gerçekten çok büyük bir gerçek. İnsan bugüne kadar bunları nasıl düşünemediğini anlayamıyor.
MURAT: Maddenin gerçek mahiyetinin anlaşılması daha başka önemli gerçekleri de karşımıza çıkarır. Bu gerçeği düşünen insan Allah'tan başka bir mutlak varlık olmadığını, herşeyi Allah'ın yaratıp her an kontrol ettiğini anlar. Örneğin Neml Suresi'nin 64. ayetinde Yüce Allah, "halkı sürekli yaratmakta olan"olduğunu haber vermiştir. Yani herşeyin her an Yaratıcısı Allah'tır. Fatır Suresi'nin 41. ayetinde bu gerçek, "Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz…" şeklinde açıklanmaktadır. Yani kainattaki herşey, her an Allah'ın hakimiyeti altındadır; O'nun izni ve yaratmasıyla varlığını sürdürmektedir.

Yandaki karelerde görülen kişinin her hareketi, her anı kendisi daha doğmadan çok önce kaderinde belirlenmiştir. Onun yaptığı yalnızca kaderini izlemektir. Arabaya yaklaşmak için attığı her adım, kolunu kapıya uzatması, kapıyı tutması, açması, içeri girmesi, oturması, kapıyı kapaması hepsi kaderinde var olan olaylardır..
TOLGA: Şimdi çok daha iyi anlıyorum. Yani biz herşeyi seyrediyoruz ve Allah'tan başka güç sahibi yok, demek ki ben bir şey yapıyorum derken o şeyi aslında Allah yaratıyor ben ise kendim yapıyormuş gibi hissediyorum değil mi?
MURAT: Çok doğru. Allah'ın yarattığı ve ruh tarafından algılanan görüntülere müdahale etmek söz konusu değildir. Bize seyrettirilen görüntüde ne varsa onu görürüz. Bu görüntüyü değiştirmek, etki etmek mümkün değildir. Bu aşamada kader konusu da rahatça anlaşılır. Allah'ın yarattığı bu dünya görüntüsünde ne seyrediyorsak o bizim kaderimizdir. Kendi hayatımız olarak algıladığımız belirli olayların akışını bir filmi izler gibi seyrederiz. Bizim için takdir edilen kaderde ne varsa onu hisseder, onu algılarız. Bu konu Kuran'da, İnsan Suresi'nin 30. ayetinde: "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.", Enfal Suresi'nin 17. ayetinde ise: "... attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı..." şeklinde açıkça belirtilmiştir. Saffat Suresi'nin 17. ayetinde ise aynı gerçek: "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır." diye haber verilmiştir. Bu ayetler, insanın Allah'tan bağımsız olmadığını göstermektedir.
SİBEL: Halbuki çevremizde çok yaygın olarak "kaderini yendi" veya "kader kurbanı oldu" gibi ifadeler duyuyoruz.
MURAT: Bu ifadeler bilgisizlikten, kader gerçeğini, Allah'ın sonsuz kudretini kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Kaderi size en genel manada şöyle tanımlayabilirim: Kader, Allah'ın geçmiş, gelecek ve şu anı tek bir an olarak bilmesidir.
SABRİ: Bunu biraz daha açıklayabilir misin MURAT? Henüz gerçekleşmemiş olayların bilinmesi nasıl olur?
MURAT: Sabri Bey, yaşanmamış bir olay insan için yaşanmamıştır. Allah ise zamandan ve mekandan münezzehtir, zaten zamanı ve mekanı yaratan Kendisi'dir. Bu nedenle Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir.
SİBEL: O halde kaderini yenmek diye bir şey olamaz.
MURAT: Evet Sibel, çok doğru ifade ettin. İnsan kadere müdahale edemediği gibi kaderinde olmadığı sürece bir adım bile atamaz. Mesela insanın ömrü uzamaz veya kısalmaz. Bunu, Allah Kuran'ın Sebe Suresi'nin 30. ayetinde: "De ki: "Sizin için belirlenmiş bir gün vardır ki, ondan ne bir an ertelenebilirsiniz, ne de (bir an) öne alınabilirsiniz" şeklinde belirtmiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi tesadüfen bir şey olmaz, kazayla bir olayla karşılaşılmaz. Herşey Allah'ın belirlediği şekilde, belirlediği vakitte meydana gelir. Bunu engellemek ya da değiştirmek insanların elinde değildir. Yani insanların böyle bir gücü yoktur.
TOLGA: İnsanlar ölüm, kaza, hastalık gibi durumlarda ya da işler kendi istedikleri şekilde gelişmeyince bir çeşit isyan duygusu yaşıyorlar. Şimdi bunun ne kadar yanlış olduğunu daha iyi anlıyorum.
MURAT: Seyrettiğimiz her olayı, her an Allah yarattığı için bir hikmet, bir ilim taşır. Herşey bir amaç ile yaratılır. Mesela bir işadamı Ankara'ya gitmek için uçağa biniyor, ama son anda cüzdanını havaalanında unuttuğunu hatırlayıp uçaktan iniyor, o olmadan havalanan uçak düşüyor ve böylece işadamı ölmüyor. Böyle bir durumda kader gerçeğini kavramamış bir kişi, bu adam için "Ölümden kurtuldu, kaderini değiştirdi." gibi şeyler söyleyecektir. Aslında bu kişinin yaşadığı her an onun kaderinin bir parçasıdır. Uçağa binmesi, cüzdanı unutması, uçağın düşmesi ve dışarıdan bakan bir kişinin yaptığı yorumlar hep kaderinde vardır, bir değişiklik olmamıştır. Kader aslında tüm hayata hakim olan bir bütün şeklinde yaratılmıştır. Bu kader ilk yaratma anında bellidir.
TOLGA: Yani biz dünyaya gelmeden önce yaşayacağımız her olay bellidir, Allah tarafından bilinmektedir mi demek istiyorsun?
MURAT: Evet Tolga. Bak bunu sana yine Kuran'dan bir ayet ile açıklayacağım. Allah insanlara şöyle söylüyor:
"Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kuran'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın." Yunus Suresi, 61
Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, yeryüzünde gerçekleşmiş ve gerçekleşecek olan her olay, henüz bu evren yaratılmadan Allah Katında yazılmıştır. İşte bu nedenle de sen henüz dünyaya gelmeden, hatta senin annen, baban, deden bile dünyada yokken senin bugün burada bizimle bu konuşmayı yapacağın Allah tarafından bilinmektedir.
SİBEL: Ben yine kaderin yanlış anlaşılmasıyla ilgili bir örnek vermek istiyorum. Benim bir tanıdığım deri kanserine yakalanmıştı, çok az ömrü kaldı deniyordu, ama yurt dışında tedavi gördü ve iyileşti. O sıralarda böyle yorumlarla daha sık karşılaşıyordum. "Ölümü yendi", "ömrü uzadı" gibi şeyler söylüyorlardı.
MURAT: Sizin de anladığınız gibi ömrün uzaması veya kısalması söz konusu değildir. Hasta olan kişi kaderinde hasta olduğunu, ölüme yakın olduğunu, tedavi olduğunu ve iyileştiğini görür. Bütün bu olaylar belirli bir sırada ilerler ama aslında tümünün sonucu baştan bellidir.
Bu gerçeği öğrenince, bize karmaşık gelen ancak çözemediğimiz birçok konunun kolayca hallolduğunu görürüz. Burada en önemli konu, Allah'ın tek mutlak varlık, tek güç sahibi olması ve herşeyi sarıp kuşatmasıdır. Bu durumda Allah bize şah damarımızdan da yakındır. Herşey kontrolü altındadır, herşeyi Allah en güzel şekilde düzenleyip belirlemiştir. İnsan sadece kendi için belirlenmiş kaderi seyreder. Bu ise her türlü maddi veya manevi endişeyi, gelecekle ilgili korkuları yok eder. İnsanın dünyaya yönelik tutku ve hırsları önemini yitirir, yalnızca Allah'ın rızası önem kazanır. Böylece insan, olayları gerçek anlamıyla ve doğru bir şekilde görüp yorumlar. Herşeyin Yaratıcısı ve mutlak hakimi üstün Yaratıcı olan Allah'ın gücünün ve hakimiyetinin farkına varır.

İnsan ne ile karşılaşırsa karşılaşsın, Allah'ın kendisi için yarattığı kaderi yaşamaktadır. Bir insanın hastalanması veya kaza geçirmesi de, bunun ardından bir ameliyat geçirip hayati tehlikeyi atlatması da, ve ardından yaşadığı her türlü olay da kaderinde önceden yazılıdır. Kaza geçirip iyileşen bir insan "kaderini yenmemiştir"; kaderinde kaza geçirip iyileşmek olduğu için bu olayları yaşamıştır.
TOLGA: Bu anlattıkların çok hassas ve çok önemli konular. Bunu yanlış anlayanlar, yanlış yorumlayanlar olmuş mu geçmişte?
MURAT: Çok haklısın! Tarihte bu tür sapkın anlayışlar olmuş. Mesela bazı akımlar konuya tek açıdan bakmış ve "ibadete ne gerek var, zaten herşeyi Allah yapıyor" demişler ve ibadetleri terk etmişlerdir. Bazıları ise "insan boşuna uğraşıyor" diyerek miskin bir davranışı benimsemiş, hiçbir şey için çaba göstermez olmuşlardır. Daha da sapkın bir görüşe sahip olanlar ise kendilerini (Allah'ı tenzih ederim) Allah ile bir görecek derecede ileri gitmişlerdir. Bu tarz sapkın görüşlere kapılan kişilerle ilgili olarak Enam Suresi'nin 148. ayetinde, "Şirk koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne Biz şirk koşardık, ne atalarımız ve hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de, Bizim zorlu-azabımızı tadıncaya kadar böyle yalanladılar. De ki: "Sizin yanınızda, bize çıkarabileceğiniz bir ilim mi var? Siz ancak zanna uymaktasınız ve siz ancak "zan ve tahminle yalan söylersiniz." denilerek zan üzerine hareket eden bu tarz kişilerin aslında doğruyu söylemedikleri ve doğru yolda olmadıkları haber verilmiştir.
SİBEL: Bu çok önemli bir konu. Biraz daha detaylandırabilir misin?
MURAT: Burada bilmemiz gereken çok önemli bir konu var. Allah dünyada bir imtihan ortamı yaratmış ve insanlara elçiler ve kitaplar göndererek onlara doğru yolu ve sorumluluklarını bildirmiştir. Biz, beden görüntüsüyle bağlı olduğumuz bu imtihan ortamında Allah'ın bize bildirdiği şekilde davranmakla yükümlüyüz. Yani biz bu görüntülere verdiğimiz tepkilerin sorumluluğunu taşıyoruz. Ahirette, bu görüntü ortamında yaptığımız şeylerin karşılığını cennet veya cehennem olarak göreceğiz.
SİBEL: Hem hiçbir şeyi biz yapmıyoruz hem de yapıyoruz öyle mi?
MURAT: Sibel konunun iki yönü var; birincisi zahiri yani görünen yönü. Bu açıdan bakıldığında insan her yaptığı şeyden sorumludur. Biz, beden görüntüsüyle bu dünyaya bağlıyız ve ruhumuz bu görüntü dünyasında meydana gelen olaylardan etkileniyor. Allah bize böyle bir his veriyor. Yani acıkınca beden görüntüsünü yemek görüntüsüyle doyurmak zorundayız. Beden hastalanınca, doktor ve ilaç görüntülerine başvurmalıyız, yorulunca uyumak ve dinlenmek zorundayız. Bütün bu olayların ve hislerin yaratılışında sonsuz bir ilim ve hikmet vardır. İşte bu nedenle ilk bakışta bize bu şekilde görünen hayatın esas anlamını anlamak ve gerçeği görmek olayın ikinci, yani batıni yönüdür. Bu gerçeği keşfeden insan aslında Allah'tan bağımsız hiçbir gücü olmadığını, sadece zihnindeki dünya ile muhatap olduğunu ve tüm gücün Allah'a ait olduğunu anlar. Böylece hayata ve dünyaya gerçek değerini verir.
TOLGA: Yani bu konuyu bilen bir insan da hastalanır, doktora gider, ilaç içer ama bunları yaparken aslında kaderini seyrettiğini, bu olaydaki hikmeti, hastalığı verenin ve iyileştirenin Allah olduğu fark eder ve tepkileri de buna göre olur değil mi?
MURAT: Tebrikler Tolga. Senin de söylediğin bu konu Şuara Suresi'nde şu şekilde bildiriliyor:
"Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur. Bana yediren ve içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur. Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur." Şuara Suresi, 78-82
Bütün gücün Allah'a ait olduğunu, Allah'tan başka dost ve yardımcı olmadığını anlayan insan bu sayede, Allah inancında ve ibadetlerinde tam bir samimiyeti yakalar. Bu olayın şuurunda olduğu sürece dünyanın yıkıcı ve bozucu etkilerinden kurtulmuş olur. İlaç içer, ama iyileştirenin Allah olduğunu bilir. Yemek yer, ama doyuranın Allah olduğunu bilir, yani aynı hayatı yaşamaya, gerçeğin farkında olarak devam eder.
SABRİ: MURAT çok güzel, çok doğru söylüyorsun ama şimdi beni bu dünyaya bağlayan evim, işim, bunca yıldır kazandığım mal mülk, ben ölünce adımı, soyumu devam ettirecek olan çocuklarım hakkında bir şey söylemedin. Eğer bu söylediklerini kabul edersem bunların asıllarıyla muhatap olmadığımı, yalnızca zihnimdeki kopyalarıyla muhatap olduğumu kabul etmem gerekiyor.
MURAT: SABRİ Bey, isterseniz bugün biraz bu konuştuklarımız üzerinde düşünün ve yarın yapacağımız son sohbete mutlaka katılın. Çünkü yarın anlatacağım şeylerin büyük bir kısmı sizi ve sizin gibi düşünenleri ilgilendiriyor.
SABRİ: Tabii, zevkle katılırım. Zaten bu kadar açık bir gerçeği kabul etmemek niyetinde değilim; bu, göz göre göre gerçekten kaçmak olur. Ama tam olarak öğrenmek istediğim birkaç detay daha var.
TOLGA: Herşeyin zihnimde oluşan algılar olduğu, dış dünya ile asla muhatap olamadığım, ruh ve Allah'ın varlığı konusunda benim aklımda bir soru işareti kalmadı, ama umarım konuyu daha da ilerletebiliriz. Bu arada ben de yeni sorular hazırlarım.
SİBEL: MURAT, böyle muhteşem bir gerçek neden bazı insanları tedirgin ediyor? Hem de gerçeklere karşı kulağını tıkamanın, gözünü kapamanın bir faydası olmadığı halde!
MURAT: Bunu düşünmek için bir gün vaktin var, yarın buluştuğumuzda sanırım bütün soruların cevabını vermiş olacaksın.
Maddenin Ardındaki Sır, Allah'ın
Yaratma Sanatının En İyi Şekilde
Kavranmasına Vesile Olur

ADNAN OKTAR: Dışarıda madde var, fakat biz maddenin görüntüsünü görürüz. Dışarıdaki maddeyi eğer insanlar gerçekten görmeye kalksa göremez, çünkü çekirdek buradaysa, elektronlar mesela Avcılar'da, o kadar açık. Onun için maddenin bütün olarak görünmüş olması mümkün değil. Yani saydam görünümlü. Biz bu şekilde algılıyoruz, göze geliş şeklinden kaynaklanıyor olay. Yoksa teknik tespit yapılmış olsa, normalde madde görünmeyecek durumda saydamlığından dolayı. Renk diye bir şey zaten yok, renk, o cisimlerden gelen dalgaları beynimiz bu şekilde yorumladığı için oluşuyor.
Mesela mavi renk, yeşil renk, kırmızı renk, dışarıda öyle bir renk yok. Bilim adamlarının hepsi kendileri de öyle söylüyorlar, böyle bir şey yok diyorlar dışarıda. Dışarıda ses de yok, ışık da yok. Mesela Güneş ne kadar parlak, adamın gözünü alıyor, öyle bir konu yok. Güneş simsiyah karanlıktır. O gelen dalgaları bizim beynimiz ışık olarak yorumluyor. Allah öyle yaratmış, çok çok büyük bir mucizedir bu. Mesela ses, dışarıda çıt yoktur. Yani radyo dalgaları nasıl dışarıda böyle oluyor, ancak radyoya geldiğinde ses haline geliyor, değil mi? Mesela televizyon dalgaları da var, ama kimse dışarıda ne görüntü görüyor, ne ses duyuyor. Şu an bütün kanalların yayını var, şu an burada geziniyor, ama göremiyoruz, duyamıyoruz, nasıl oluyor?
Ancak televizyon cihazına geldiğinde o ses haline geliyor. İşte vücudumuz da böyle bir cihaz gibi. Görüntü geliyor, görüntü televizyon gibi görüntü haline geliyor, elektrik akımı olarak geliyor, görüntü haline geliyor. Ses geliyor, sesin elektriği geliyor, elektriği beynimiz sese çeviriyor, ondan sonra kainat meydana geliyor, ne kadarcık yerde meydana geliyor? Şu kadarcık yerde meydana geliyor; mercimek kadardır. Bütün bu alemi orada yaşıyoruz. Böyle yaşayan insanların Allah'a tevekkül edememesi, Allah'a inanamaması, Allah'ın yarattığı bu sanatı görememeleri ahir zamanda çok büyük bir mucizedir.
Bütün teknik aletler her şey beyinde yaratılıyor. Mesela şu fincan beynin içinde yaratılıyor. Yani dışarıda fincan saydam bir varlık olarak, yani görünmeyen bir varlık olarak var. Adamlar oturmuş fabrikadan bahsediyor, fabrikada yapılıyor diyorlar. Yani saydam, ışığı olmayan bir madde var dışarıda. Bakın, saydam, ışığı yok, rengi yok bir şey var dışarıda. Bunu biz beynimizde görüyoruz, ışıklı hale gelen, görüntülü hale gelen biziz, yani fabrika bunu boyamıyor, Allah boyuyor. Allah ses haline getiriyor, görüntü haline getiriyor, beynimizde meydana getiriyor.
Dışarıdaki yapısı onların hiçbir işine yaramaz. Çünkü saydam, renksiz bir şey. Allah mucize olarak beynimizde bütün kainatı sonsuz genişlikte ve büyüklükte yaratıyor. Kendisi'ne sevgiyi de beynimizde yaratıyor, Kendisi'nden korkumuzu da beynimizde yaratıyor, çok çok harika bir alemdir insan. Hatta ben bir kudsi hadiste hatırladığım kadarıyla "Ben yere göğe sığmadım" diyor Cenab-ı Allah "ama mümin kulumun kalbine sığdım" diyor.
İşte bu, "herşeyi Ben sizin içinizde yaratıyorum, dışarıda var alem ama gerçeğini Ben sizin içinizde yaratıyorum"a işaret eden bir izahtır. Ama derin düşünen, derin anlayan içindir bu tabi. Yüzeysel bakan için, sokakta köfte ekmek yiyen, elinin tersiyle orasını burasını silen adam bunu kavrayamaz tabi, ama derin düşüneni titretecek bir konudur bu. Yani ayakta duramaz bunu tam kavrayan, Allah korkusuyla sallanır ve secdeye kapanır ve Allah'a "La İlahe İllallah Muhammeden Resulullah" der. Yüzde yüz iman eder bu gerçeği fark eden. Ama fark edemeyip de ağzı açık gezinenler, fark edemeyip de, cahilliğinden fark edemeyen insanlar olabilir, her dönemde olacaktır, ama zaman gelecektir bütün insanlara Allah Hadi ismiyle tecelli edip, bu gerçekleri onlara gösterecektir inşaAllah. (Sayın Adnan Oktar'ın Çay TV röportajından, 8 Nisan 2009)
Dünya İmtihan Yeridir
ADNAN OKTAR: Şimdi bir kere insanlar maddeyi kavrayamıyorlar. Defalarca dedim, dedim ki; madde dışarıda var, ama ışık olmadığı için; yani fotonlar var dışarıda, parçacıklar var. Işık denen şey parçacıklardan oluşuyor ve dolayısıyla simsiyah karanlık dışarısı. Renk de yok dışarıda, renk ve ışık yok. Kardeşim dışarıda madde olsa dahi görmek mümkün değil ki orada zaten. Var olan madde de zaten saydam, atomların yapısından dolayı, yani nötron, proton ve elektronlar birbirinden çok uzak olduğu için, mesafeli olduğu için saydam.
Dışarıdaki güle biz gül diyemeyiz ki, o güle benzemiyor saydam, kokusuz, renksiz, ışıksız bir şey, biz ona gül diyebilir miyiz? Dışarıdaki çocuk da öyle, dışarıdaki kadın da öyle, dışarıdaki insan da öyle saydam bir varlıktır. Siyah beyaz aydınlatsan bile siyah beyazdır, renksiz, bu başka bir şey o, konuşamayan bir varlık, sesi duyulmuyor. Ve simsiyah karanlığın içinde, ama bizim beynimizde gördüğümüz, Allah'ın gösterdiği görüntüdeki varlık, bu, insan bu. Konuşuyor çünkü görüntüsü var, sesi var, muhatap oluyor, kokusu var, yani beş duyuyla hissedebiliyorsun. Dışarıdaki varlıklarda bu yok. Böyle bir şey göremiyorsun.
Saydam varlıklar var sadece. Biz zaten dışarıdaki varlıkla muhatap olmuyoruz, dışarıdaki ayrı o, biz Allah'ın gösterdiğiyle muhatap oluyoruz. Mesela bakın, ben seninle görüşüyorum, senin dışarıda bir varlığın var, benim onunla hiçbir bağlantım yok, benim ona zaten anlatacak bir şeyim de yok, çünkü saydam, simsiyah karanlığın içinde bir cisim, saydam bir cisim, renksiz bir cisim, kokusuz, renksiz bir cisim. Yani benim şimdi onunla muhatap olmadığım açık. Allah, oradaki varlığı bana beynimde gösteriyor; ama renk katıyor, ışık katıyor, biçimlendiriyor ve beynimde görüntü olarak oluşturuyor. "Onunla değil de," diyor Cenab-ı Allah, "bununla muhatap ol" diyor bana. "Onu da Ben yaratıyorum" diyor, o da ayrı, "o da Benim yarattığım bir şey" diyor," ama Benim sana yarattığım bu" diyor beyninde. Şimdi biz bir şeye güzel dediğimizde, Allah'ın beynimizde gösterdiği Allah'ın görüntüsüne güzel demiş oluyoruz. İnsanlar işine gelmediği için bunu anlamazlıktan geliyorlar...
Dolayısıyla biz bir şeye güzel dediğimizde, Allah'a güzel deriz. Bir şeyden hoşlandığımızda Allah'tan hoşlanmış oluruz, Allah'ın tecellisinden. Ama o kadar berrak ve o kadar etkileyici yaratılıyor ki, mesela işe giden insan sabah kalkıyor, arabalar sıraya girmiş, dolmuşlar, otobüs durağında bekliyor; inanmayan beri gelsin. Hepsi beyninde bir görüntü olarak oluşuyor, bir rüya olarak oluşturuyor Allah onu. Dışarıda var aslı, fakat rüya olarak oluşturuyor. Ama uyarıcıların şiddetinden dolayı, görüntünün netliğinden, üç boyutlu netliğinden dolayı ve dokunma hissi de desteklediği için, mesela ben şöyle dokunduğumda beynimde hissediyorum şu an bunu. Ama parmağımın ucunda gibi görünüyor, parmağımın ucunda olmuyor bu, beynimin içinde oluyor bu.
İnsanlar parmağının ucunda oluyor zannediyor. Mesela yere basan, ayağını yerde hissediyor; halbuki beyninin içinde yere basıyor. Yani bunu biyoloji derslerinde öğretmenler bütün öğrencilere anlatıyorlar zaten, bu bilinen bir şey, ben hayali bir şey çıkartmadım. Anlattıkları, ama anlamadıkları bir konu bu. İnsanların her gün birbirine anlattığı, ders olarak gördükleri fakat kavrayamadıkları bir konu. Bakın hayret, bunu anlatıyor, tarif ediyor; fakat kavramıyor. Mesela bir biyoloji hocası bunu anlatırken kavrayarak anlatmaz. Çok büyük bir bölümü kavrayarak anlatmaz, çok nadirdir kavrayarak anlatan. Hem anlayıp hem anlatan çok nadirdir. Anlamazlar. Bir kere bunun iyi kavranması lazım. Bizim dünyaya getiriliş amacımız Allah'a kulluk, Allah bunu seviyor. İnsanlar tarafından anlaşılmak istiyor Allah. İnsan denen Kendi ruhu tarafından, Kendisi'nin anlaşılmasını ve sevilmesini istiyor Allah.
Ve bu amaçla dünya yaratılmıştır. Yani millet böyle ticaret yapsın, bankalar harıl harıl çalışsın, holdingler hareket etsin; bunun için dünya yaratılmamıştır. Ondan onu yanlış anlıyorlar. Yani şoför esnafı şoförlüğünü yapsın, onun için değildir burası, dünya. Burası sırf imtihan için, başka hiçbir nedeni yoktur. Yani Allah bu kadar detaylı insanlar eğlensin diye yaratmadı dünyayı. Yani uğraşsınlar, işte didinsinler, çırpınsınlar, bir boğuşma, bir koşuşturma olsun diye yaratılmamıştır dünya. Sadece bu amaçla yaratılmıştır. Mesela Peygamberler bu amaçla gönderiliyor.
Ama dünyanın sonu Allah için çok önemlidir, yani Mehdiyet dünyanın sonu. Binlerce seneden beri dünya bu günlere hazırlandı, binlerce seneden beri. Bakın, İstanbul Mehdiyet için fethedildi. Avrupa, aklınız alıyor mu, yani Osmanlı'ya, Türklere İstanbul'u verir miydi? Vermiş olsa bile alırdı, mümkün değil versin. Allah'ın emri olduğu için İstanbul verildi. Onun için kaderi durduramadılar.
Mesela teslis inancı, Hıristiyanlığın bozulması Hz. Mesih (as)'ın gelmesi içindir. Yani onun bozulmasını sağlayan yine Allah'tır. İslam ahlakınının hakimiyetini sağlayacak olan da Allah'tır. Mesela bilim, elektriğin keşfi Mehdiyet içindir, internet Mehdiyet içindir. Mesela süratli vasıtalar yine Mehdiyet içindir. Darwinizmin, Marksizmin, faşizmin çıkması Mehdiyet içindir. Masonluğun kuruluşu Mehdiyet içindir. Masonluk, istemeden Mehdiyete zemin hazırlar. Darwinizm, istemeden Mehdiyete zemin hazırlar. (Sayın Adnan Oktar'ın ÇAY TV röportajından, Şubat 2010)
Maddenin Aslını Hiçbir İnsan Görmemiştir
ADNAN OKTAR: Bir kere en başta bu insanların nasıl olduklarını, yani ne olduklarını çok iyi hissettirmek lazım. Mesela Dawkins'le biz karşı karşıya gelsek, ben ona sorarım; "Ben sizin ne kadar uzağınızda oturuyorum şu an?" "E," diyecektir "1.5 metre uzağımda oturuyorsun" diyecek. Ve derim ki, "Ben sizin beyninizin içinde bir görüntü müyüm değil miyim?" "Evet, beynimin içinde bir görüntüsün" diyecek. "Peki, kendi görüntünüz nerede oluyor diyeceğim?" O da, ""Kendi içimde oluyor diyecek, "Beynimin içinde oluyor" diyecek. "Laboratuvarınız nerede?" diyeceğim, yani "Araştırma yaptığınız laboratuvar", "O da beynimin içinde "diyecek. "Hiç beyninizin dışına çıkıp o laboratuvarla görüştünüz mü?" diyeceğim, "Hayır "diyecek.
Yani insan gözü daha önce de söyledim kördür, görmez. Bir teknik cisim gibidir, teknik alet gibidir. Sadece görüntüyü elektrik akımına çevirir ve beyne iletir elektrik akımı olarak. Beyindeki göz görür, insanların görmediği bir göz vardır. Yani bu ruh gözü vardır, ruh. Bu görür. Kulak sağırdır, kulak da işitmez. Yani insanlar hep kulağıyla işittiğini zannediyorlar. Halbuki kulak ses dalgalarını elektriğe çeviren bir aygıttır. Götürür beyne zayıf bir elektrik akımı olarak verir. Oradaki o elektrik akımını beyindeki ruh ses olarak alır. Parmak ucuyla dokunma da böyledir. İnsan parmak ucuyla dokunduğunu zanneder, ama beyninde hisseder onu. Parmağının ucundaymış gibi görünür. Ona ilk önce bunları anlatırım yani nerede olduğunu hisseder adam.
Mesela diyor ki" ben bir televizyon kanalına çıktım, konuşma yapıyorum" diyor. Halbuki kendi kafasının içerisindeki televizyon kanalıyla konuşabilir görüşebilir. Yani şu ana kadar hiçbir insan beyninin dışına çıkıp, maddeyle direkt bağlantıya geçmemiştir. Çünkü zaten dışarı çıkabilmiş olsa, dışarısı karanlık. Mesela Güneş simsiyah karanlık, bilim adamları söylüyor, "Güneş'in ışığı yok" diyorlar. Güneş dalga yayıyor etrafa. Isı dalgası ve ışın dalgası yayıyor. Biz beynimizde onu ısı ve ışık olarak görüyoruz. Yani parlak olarak görüyoruz, parlaklığı ve ışığı yorumlayan beyindir ve insana mahsus bir şeydir bu. Mesela dışarıda ses de yoktur, çıt yoktur dışarıda. Onun için laboratuvar çok karanlıktır. Bir kere ışık yok çünkü.
Ayrıca bilim adamları diyor "eğer insan gözü olmasa madde de dışarı görünür bir olay değil" diyorlar çünkü ara boşlukları çok fazla olduğu için, yani çekirdekle elektronlar arasındaki boşluk çok fazla, bir kevgir gibi adeta yani saydam ve normalde görünecek gibi değil diyorlar madde. Beyin bunu böyle algılıyor diyorlar bilim adamları. Yani varmış gibi algılıyor diyorlar, yani normalde madde saydam diyorlar aralıklarından dolayı.
SUNUCU: Bir bütün değildir
ADNAN OKTAR: Bir bütün olmadığı için, çünkü atom çekirdek var mesela çekirdek buradaysa Bahçelievler'de nötronu protonu dönüyor. Yani o tarz. Dolayısıyla muazzam bir boşluk oluşuyor. Öyle olunca da kevgir gibi bir görüntü olmuş oluyor. Göz bunu böyle görüyor diyor, böyle algılıyor diyorlar. Yani bilim adamlarının yeni izahı bu.
SUNUCU: Göz bunu bütünlüyor diyelim.
ADNAN OKTAR: Yani hiçbir bilim adamı laboratuvarla direkt bağlantı kuramaz. Her laboratuvarla mutlaka monitör bağlantısıyla bağlantı kurabilir insanlar. Yani monitörden hani var ya böyle radyoaktif çalışmalar yapılırken insanlar bir monitörden olayı izliyorlar, yahut ameliyat yapılıyor, ameliyat yapılacak yere vücut içerisine boru sokuyorlar herhangi bir yerden açılan bir yaradan, doktor monitörden izliyor o aletin ilerlemesini. Aynı bu şekildedir dünya da. Yani insan mutlaka monitörden izler. Bunu anladığında zaten ayağı yerine basar, çünkü o monitördeki görüntüyü doğrudan Allah yaratıyor. Yani dış alemden gelen o bilgiyi veren doğrudan Allah'tır.
SUNUCU: Yani programlanmış olarak bize bunlar verilmiş hocam, biz de programları beynimizin içinde görerek ifadelerde bulunuyoruz.
ADNAN OKTAR: Aynısı bu şekilde sesler de. Ve bu kaderde olan görüntülerdir, kaderde olan seslerdir. Bunun dışında hiçbir şeyi göremez insan, hiçbir şeyi algılayamaz. (Sayın Adnan Oktar'ın Mavi Karadeniz röportajından, 24 Mart 2009)


3. Gün


3. gün Sabri Bey'in evinde geçer…
SABRİ: Çocuklar belki bana kızıyorsunuz ama biraz da beni anlamaya çalışın. Eğer iyi niyetli bir insan olmasam bugüne kadar her görüşmeye gelip bu konuları öğrenmeye çalışır mıydım? Ben de gerçekleri öğrenmek istiyorum, ama insanın yaşı ilerledikçe bazı şeyler daha zor oluyor.
MURAT: Sabri Bey öyle söylemeyin, kimse size kızmıyor. Dün konuştuklarımızı hatırlayın, bir şeyi anlamak veya anlamamak, kabul etmek veya etmemek sizin kaderinizde. Ve hiç kimsenin bu kaderi değiştirmeye gücü yetmez. İşte bunu çok iyi bildiğimiz için bizim sorumluluğumuz gerçekleri size anlatmak. Ama seçim hakkı size aittir.
SİBEL: Murat haklı.
TOLGA: Murat yanında bir kitap getirmişsin, bugün hangi konuyu konuşacağız?
MURAT: Bu kitap Kuran. Daha önce size Kuran'dan verdiğim örnekleri hep ezberden okumuştum bu sefer siz de okuyup kendi gözlerinizle görün diye yanımda getirdim. Bugün eğer siz de kabul ederseniz insanların maddesel dünyanın gerçek mahiyetini bilmeden davranınca hangi güç durumlarda kaldıkları ve gerçeği öğrenince gösterdikleri tepkilerin sebepleri hakkında konuşalım.
SİBEL: Bunlar aynı zamanda benim sorularımın da cevabı.
TOLGA: Anlatacaklarını duymak için sabırsızlanıyorum.
MURAT: Şimdi size Kuran'dan bazı ayetler okuyacağım. Bu ayetler üzerine konuşurken iki gündür konuştuğumuz bütün konuları bir daha gözden geçirmiş olacağız. Şu ana kadar konuştuklarımız hakkında eğer bir tereddüt taşıyorsanız bunu da söylemenin tam sırası.
TOLGA: Ben öğrendiğim şeyler karşısında söyleyecek bir şey bulamıyorum. Hem gözümün önünde duran gerçeği öğrendim hem de bütün hayata bakışım tersine döndü. İnsan düşündükçe bu konuyu hayatının her alanına yayma imkanı buluyor. Yaşadığım her an benim için önemli, anlamlı bir hale geldi. Herşeyi bir mucize gibi görmeye başladım. Ama çok eksiğim olduğunun da farkındayım.
Gerçek şu ki size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir...
(En'am Suresi, 104)
SİBEL: Ben zaten inançlı bir insandım, ama benim inanç olarak gördüğüm şeyle, gerçekten Allah'a iman etmek, O'nu her yerde görmek, O'nun bütün varlığının, gücünün, sıfatlarının farkına varmak arasında çok büyük bir fark var. Ben sadece başıma bir iş geldiğinde ya da bir sınava gireceğim zaman dua ederdim. Ramazan gelince ailece oruç tutardık, bazen de ölümü hatırlayıp korku duyardım, ama şimdi Allah'ı çok daha fazla anmam ve düşünmem gerektiğini anlıyorum. Çevremdeki insanların hemen hemen hepsi bu şekilde yaşıyor, bu şekilde düşünüyor. Ben bir an önce herşeyi öğrenip aileme, dostlarıma anlatmak istiyorum. Zaten bir iki gündür bende bir değişiklik olduğunun da farkındalar.
MURAT: Sabri Bey…
SABRİ: Ben bu konuda konuşmak istemiyordum, ama yine de söyleyeyim. Tamam teknik olarak hiçbir şüphem kalmadı, ama bu öğrendiğim şeyleri günlük hayata geçirmekte biraz zorlandım. Yani uğraştığım, zihnimi meşgul eden o kadar çok konu var ki bu gerçeği aklımda tutamıyorum.
MURAT: İsterseniz bu söylediklerinizi aklınızda tutun, birazdan konuşalım.
SABRİ: Nasıl istersen.
MURAT: Daha önce söylediğim gibi, Kuran'da Allah'ın tek güç sahibi olduğu, herşeyi sarıp kuşattığı ve herşeyin tek hakimi olduğu konusunda çok sayıda ayet var. Ben size bunlardan bazılarını okuyacağım. İlk önce Bakara Suresi'nin 255. ayetini okuyorum:
"Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür." Bakara Suresi'nin 255
Bu ayet ve bu konudaki diğer ayetlerde Allah'ın sıfatları belirtiliyor ve az önce konuştuğumuz, halk arasında yanlış bilinen anlayışın aksine, Allah'ın her an her olayı kontrol ettiği, her an her yerde olduğu ve mutlak varlığı belirtiliyor. Bu konuyla ilgili olarak Bakara Suresi'nin 115. ayetinde de, "Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah kuşatandır, bilendir" şeklinde Allah buyuruyor.




İnsan, bu anlatılanlar doğrultusunda biraz derin düşünürse, bu hayret verici, olağanüstü durumu kendisi de açıkça fark eder. Yani, dünyada maddenin aslı ile muhatap olamadığını...
SİBEL: Bir Müslüman olmama rağmen bugüne kadar bir kere bile Kuran'ı okumadım. Bu konunun Kuran'da bu kadar açık anlatıldığını da tahmin etmiyordum.
MURAT: İnsanlar doğruları öğrenmek için Allah'ın insanlara indirdiği Kitabı okumak yerine kulaktan dolma bilgilere itibar ediyorlar. Oysa bu son derece hatalı bir davranış. Her insan Kuran'dan sorumludur ve Kuran'ı okumak, ayetlerini öğrenmek ve uygulamakla yükümlüdür. Ama zaten siz bunun önemini artık anladınız diye düşünüyorum.
SABRİ: İtiraf etmeliyim ki Sibel gibi ben de bu yaşıma kadar bir kere bile Kuran okumadım. Halbuki çok da imkanım olmuştu.
MURAT: Geç kalmış değilsiniz. Gerçeği öğrenmenin, hatadan dönmenin yaşı yok.
SABRİ: Haklısın.
MURAT: Bizi ve herşeyi yaratan Allah, Kuran ve elçileri vasıtasıyla bize doğru olanı, güzel olanı, yanlış ve kötü olanı açıkça bildirmiştir. Burada sadece birkaç tanesini okuduğumuz ayetlerin dışında, Kuran'da hayatımızın her yönünde bize rehberlik edecek, doğru yolu gösterecek öğütler vardır. İnsanın en önemli işi, Yaratıcımız'dan gelen bütün öğütleri, emirleri, yasakları en iyi şekilde öğrenip, anlayıp uygulamaya çalışmaktır. Bunun önünde bir mazeret olmaz. Aksi halde Nur Suresi'nin 39. ayetinde: "İnkar edenler; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir" şeklinde belirtildiği gibi, hayal olan bir hayatı şuursuzca yaşayıp pişman olacağı bir sonla karşılaşması pek muhtemel olacaktır.
SABRİ: Arkadaşlar daha fazla tereddüt etmenin manasız olduğunu anlıyorum. Aslında üç gündür bu işin sonuçlarını tahmin ediyordum, konuştuğumuz şeylerde bir açık nokta, tek bir hata dahi bulamadım. Ve sonuçta tereddüt etmekle kendimi kandırdığımı anladım. Evet gerçeklerden korktuğumu itiraf etmem gerekiyor. Belki sizin kaybedecek fazla bir şeyiniz yok ama ben yıllardır sahip olduğum herşeyi bir anda kaybetmek istemiyordum. Benimkisi malını, mülkünü, çocuklarını, ailesini, işini, bir anda elinden kaçıran bir insanın mantıksız itirazlarından başka bir şey değildi ancak kendisini kandırmaya çalışan bir insanın bu tavrı gerçeği değiştirmiyor.
MURAT: SABRİ Bey sizi tebrik ediyorum. İnanın sizin verdiğiniz tepkiyi veren insan sayısı çok az. Ancak bir şey yanlış anlaşılıyor galiba. Siz hiçbir şey kaybetmiş olmuyorsunuz. Aksine çok büyük bir kazanç içine giriyorsunuz. Çünkü sahip olduğunuz herşeyin size Allah'ın verdiği nimetler olduğunu anlıyorsunuz. Dünyadaki imtihan ortamı içinde Allah'ın sizi bu güzel nimetlerle denediğini, bunları cenneti kazanmanız için bir araç olarak size verdiğini öğreniyorsunuz. Sakın unutmayın, herşeyi zihninde yaşadığını öğrenen bir insan aslında hiçbir şey kaybetmez, aksine olayların gerçek yüzünü anladığı için büyük bir kazanç elde eder. Mesela bir görüntü ile muhatap olduğunu, herşeyi Allah'ın kendisine izlettiğini kavrayan bir insan bu bilgiye göre hareket edince, sahip olduğu şeylere layık oldukları kadar değer verir. Asıl rağbet etmesi gerekenin Rabbimiz olduğunu unutmaz.
Üstelik herşeyin Allah'tan gelen bir nimet olduğunu bildiği için kendisine verilen tüm nimetlerden çok daha büyük bir haz duyar. Bu nimetlere durmaksızın şükreder. Ama aynı zamanda hepsinin bir deneme konusu olduğunu da bilir ve hiçbirini sahiplenmez, tutkuya, hırsa kapılmaz. Böylece Allah'ın istediği gibi bir hayat sürerek ölümden sonra daha güzel bir hayatı seyretmeye başlar.
SABRİ: Hiç bu açıdan düşünmemiştim.
MURAT: Enam Suresi'nin 70. ayetinde, Allah "Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur'an'la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; (böylesinin) Allah'tan başka ne bir velisi, ne bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır" şeklinde buyurmuştur. Bu ayetten anlaşılacağı gibi kibirli, kendini beğenmiş hatta kendini adeta bir ilah gibi gören (Allah'ı tenzih ederim) bazı kişiler, aslında sinema perdesindeki bir görüntü gibi hayal olduklarını anladıklarında o gururun yerini büyük bir acizlik ve küçüklük duygusu alıyor.
Dünya sevgisi ile gözü dönenler, sahip oldukları herşeyin bir hayal olduğunu görünce dünyanın, çocuklarının, makamlarının, servetlerinin, çevresinde güç sahibi olarak gördüğü arkadaşlarının hepsinin Allah'a ait olduğunu, Allah'ın hakimiyeti altında olduğunu anlayıp derinden sarsılıyorlar. Bu durumda da iki tane seçimleri oluyor. Ya madde ve dünyaya olan tutkuları sona eriyor ve Allah'a yöneliyorlar ya da tam tersine bu gerçeği unutmaya çalışıp dünyaya daha çok sarılıyorlar. Ama kendi kendilerini kandırdıklarını bildikleri için de hep huzursuz, gerilimli ve azap dolu bir yaşam sürüyorlar.
SABRİ: Ben doğru olanı seçiyorum Murat. Tabii ki gerçeklerden kaçmanın faydası olmadığını çok iyi anladım. Ama bu anlattıkların kalbimi daha da pekiştirdi.
MURAT: Gerçekten de siz doğru olanı seçmiş gözüküyorsunuz. Zaten güzel olan gerçek olandır.
SİBEL: Murat, gördüğü görüntüyü beyninin içinde gördüğünü anlamayan veya anlamazlıktan gelen birçok insan var bildiğim kadarıyla. Bunlar yazar, bilim adamı, profesör olarak itibar görüyor. Özellikle bu konuyu teknik yönden eksiksiz bilen bu kişiler, bu konuyu anlatmıyorlar ya gizliyorlar ya da bu konuyu bilen bir insan gibi davranmıyorlar. Mesela tıp ve biyoloji alanında uzmanlaşmış kişiler bile bu konuyu bilmiyor mu?
MURAT: SİBEL aslında bu sorunun cevabını biraz önce Sabri Bey verdi. Elbette birçok insan bu konuyu bir şekilde biliyor. Eğer bu konu tek başına görüntülerin beyinde olduğuyla sınırlı kalsaydı emin ol şu an herkes kabul ediyor olurdu. Ancak dış dünya ile muhatap olamadığını, herşeyi beyninin içinde algıladığını anlayan bir insan hemen ikinci aşamayı, yani bu görüntüleri Allah'ın yarattığını ister istemez fark ediyor. Bütün hayatını sahip olduğu ve arzu ettiği maddi değerlerin üzerine kurmuş bir insan bu durumda gerçekleri anlamazlıktan gelmeye yöneliyor.
Çünkü bu gerçekler ona, Allah'ın ve buna bağlı olarak hesap gününün, cennet ve cehennemin varlığını da hatırlatıyor. Eğer karşımızdaki şuurlu ve vicdanlı bir insansa hayatını bu gerçeğe göre yeniden düzenliyor. Bu durumda bir sorun çıkmıyor ancak bazı insanlar bu olayı fark edince paniğe kapılıp kendilerini kandırmayı tercih ediyorlar. Bu gerçek onlara korku ve endişe veriyor. Sabri Bey'in de söylediği gibi sanki unutmakla veya gözünü kapatmakla gerçeklerden kurtulacaklarını düşünüyorlar. Gerçekleri kavrayamayan insanların durumuna Rum Suresi'nde şu şekilde dikkat çekiliyor:
"Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır". Rum Suresi, 7
SABRİ: Ben kendimden biliyorum, insan tutkularına esir oluyor. Yani bazı şeyleri fark ediyorsun, ama sahiplendiğin şeylerin hiçbiri üzerinde bir hakimiyetin olmadığını, herşeyin seni de yaratmış olan Allah'ın kontrolü altında olduğunu düşünmek ilk anda biraz değişik oluyor. Bir de kendini çok güçlü, çok zeki, başarılı ve mevki sahibi bir işadamı olarak gördüğünde "başın göklerde oluyor". Böyle bir insana aslında "yaşadığın herşey zihninde, bu paraların, fabrikaların, işçilerin, sekreterlerin, malların, evlerin, arabaların asıllarıyla muhatap değilsin." dediğinde hırsları devreye giriyor.
MURAT: Yani, ayette "Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır." (Al-i İmran Suresi, 14) şeklinde belirtildiği gibi.
SABRİ: Evet tam da ayette söylendiği gibi.
MURAT: Kuran'da şeytan anlatılırken onu azdırıp Allah'a isyan ettiren sebeplerin başında madde sevgisi ve mutlak varlık olma hırsı bildirilmektedir. Bu şeytani tutku insanı büyük bir hırsla dünyaya bağlamak ister. Hayal olmak "hiç"lik olmak, azametli, gururlu insanların asla kabul etmeyecekleri bir gerçektir. Öyle bir gerçek ki reddi mümkün değil, yaşanarak ispatlanıyor, ancak buna rağmen dünya hırsı ve onu kaybetme ihtimali bazı kişilerin bu apaçık hakikati düşünmesini engeller. Kuran'da şeytanın kendini beğenmişliği ve azgınlığı özellikle vurgulanmıştır. Bakın okuyorum:
"Onlar da İblis'in dışında secde ettiler. O secde edenlerden olmadı. (Allah) Dedi ki: Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan neydi? (İblis ) Dedi ki: Ben ondan daha hayırlıyım; Beni ateşten yarattın onu ise çamurdan yarattın." Araf Suresi, 11-12
SİBEL: MURAT bu önemli gerçekleri bize sabırla anlattığın için sana çok teşekkür ediyorum. Bu konu üzerinde çok düşünmüştüm ve eksik kalan hiçbir detay olmamasını istiyorum. Allah'ın izniyle bugün aklımda hiçbir soru işareti, hiçbir belirsizlik kalmadı.
MURAT: Asıl ben bu güzel sohbet için teşekkür ederim. Ancak acele etme Sibel, hala anlatmak istediğim birkaç şey daha var. İsterseniz gelin biraz televizyonu açıp seyredelim. Bu konuyla ilgili birkaç örnek daha çıkabilir karşımıza.
TOLGA: Bakın en sevdiğim şov programı başladı. Televizyonda bir şov programı var, şimdi düşünüyorum da birisi buradaki sunucuya gidip gerçekleri anlatsa, yani bu seyircilerin, onu göklere çıkartan bu kalabalığın aslında beyninde olduğunu, alkış seslerinin, peşindeki sayısız gazetecinin, kendi güzelliğinin, malının, ailesinin de aynı şekilde zihninde canlanan görüntüler olduğunu, şu an aslında Allah'ın huzurunda olduğunu, herkesin övdüğü zekasının bile kendisine ait olmadığını söylese ne tepki verirdi merak ediyorum.
De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?"
De ki: "Allah'ındır." O, rahmeti Kendi üzerine yazdı.
Sizi kendisinde şüphe olmayan kıyamet gününde elbette toplayacaktır. Nefislerini hüsrana uğratanlar,
işte onlar inanmayanlardır.
(En'am Suresi, 12)
SİBEL: Herhalde o kadar hoşuna gitmezdi… Bak bu kanalda da ekonomi konusunda açık oturum var. Onların durumu daha da zor. Bütün ekonominin, paraların, bankaların, enflasyonun, müşterilerin, IMF'nin seyrettikleri bir görüntü olduğunu onlara nasıl anlatırsın bilmiyorum? Ciddi ciddi konuşuyorlar, çıkıp "bunlar sizin zihninizde, bu hırslardan uzaklaşın, yalnızca Allah'ın rızasını arayan bir yaşama yönelin." desen, elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi kızabilirler…
MURAT: Evet haklısın SİBEL. Bu insanların en büyük hatası, gerçekleri unutup dünyaya hırsla bağlanmaları. Halbuki insanlar Allah'a teslim olsa, O'na güvenip dayansalar, gerçeklerden kaçmayı bıraksalar çok mutlu, huzurlu olur ve güven içinde yaşarlar. Allah, Kendisi'ne yönelen insanlara daima doğru yolu gösterir, sorunları varsa en güzel çözümleri onlara verir. Bakın bu konuda ayetler okumak istiyorum size:
…Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir… Talak Suresi, 2-3
SİBEL: Çok önemli bir gerçek bu. Yani şu televizyonda izlediğimiz insanlar dünyevi hırslarını bırakıp Allah'a yönelirlerse ancak, içinde bulundukları sıkıntılı durumdan kurtulabilirler.
MURAT: Evet Sibel. Ayrıca biraz önce söylediğin gibi, bir hayalden başka bir şey olmayan şeyler sanki aslıyla muhatapmış gibi davranan bu insanlar, içinde bulundukları durumu fark etseler herhalde çok zor durumda kalırlar. Bir hayal peşinde ömrünü geçirip en sonunda durumu fark eden bir insanın pişmanlığını, küçük düşmüşlüğünü tarif etmek mümkün değil. Bakın Kehf Suresi'nde bu kişilerin durumu nasıl açıklanıyor:
De ki: "Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi? Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar. Kehf Suresi, 103-104
SABRİ: Tüm hayatımı yeniden gözden geçirmem ve kendimi Yüce Allah'a teslim etmem gerektiğini artık çok iyi anlıyorum.
SİBEL: Ben de öğrendiklerimden sonra eski ben olmayacağım. Murat'ın söylediği gibi yeni bir hayata başlamış durumdayım. Öğrendiğim şeyleri düşünüp hayata geçireceğim. Allah'tan başka bir güç sahibi olmadığı için öncelikle O'nu tanımakla, O'na yakın olmakla ve O'nun istediği gibi davranmakla başlayacağım. Tabii tüm bunları yapabilmek için hemen bir Kuran alacağım ve Allah'ın benden istediklerini öğreneceğim.
TOLGA: Bu durumda demek ki hepimiz aynı fikirdeyiz. Şu üç gün içinde bütün dünyam, bütün planlarım değişti. Ben bir öğretim görevlisi olduğum için üzerimde ayrıca büyük bir sorumluluk da hissediyorum. Öğrendiğim bu gerçeği daha da derinleştirip bilmeyenlere anlatmak benim için en önemli vicdani sorumluluk haline geldi.
MURAT: Arkadaşlar, unutmayın ki birkaç gün içinde çok önemli gerçekler üzerinde konuştuk. Ben size bu gerçekleri anlatıyor gibi görünmüş olabilirim. Oysaki ben de sizlerle birlikte dinledim. Hiçbir insanın konuşma, düşünme gücü yoktur. Allah insanın kaderinde neyi tespit etmişse onu konuşur ve onu düşünür. Allah bizlere bu konuşmalarla Kendi kudretini anlatmış, hatırlatmış oldu.
Bunu anladıktan sonra hepimiz O'ndan yardım dilemeli ve Hz. Süleyman (as)'ın ayette belirtilen duası gibi, "Rabbim... bana hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat" (Neml Suresi, 19) diye dua etmeliyiz.
İnsan Bir Film İzler Gibi Kaderini Seyreder

ADNAN OKTAR: Şeytandan Allah'a sığınırım, Cenab-ı Allah, ayette: "Allah'ın kadrini hakkıyla bilemediler" diyor. İnsanlar kafasını bu büyüklükte zannediyorlar. Halbuki bütün bu evren, Big Bang'den sonra meydana geldiği söylenen evren, belki bir ağacın, evrendeki bir ağacın herhangi bir gezegendeki bir ağacın dalındaki yaprağın içindeki bir atomun çekirdeğinin içinde belki, yani bütün bu evren orada belki. Allah sonsuz sayıda evren yaratıyor. Allah'ın büyüklüğü sonsuz, biz o evrenlerin, o alemlerinden bir alemiz. Alemlerin içindeyiz.
O alemlerin içerisinde Allah dışarıda maddeyi var yaratıyor, ama küçücük bir ekranda beynimizin içindeki ekrandan dünyayı seyredecek şekilde bizi yaratmış. O küçücük ekrandaki görüntüyü, biz kocaman görüyoruz şu an kafamızın içinde. Yani o bize büyüteç gibi kafamızda büyütülüyor, biz zannediyoruz ki, mesela ben size bakıyorum kocaman görüyorum ben sizi. Halbuki beynimin içindeki küçücük yerdeki elektriği ben böyle yorumluyorum, yani elektriği beynim insan olarak görüyor. Sizin varlığınızı beynime elektrik olarak getiren bir sistem var. Ben o elektriği siz olarak görüyorum. Ve küçücük bir monitörün başında dünyayı seyrediyorum.
MUHABİR: İnsanın bir kaderi var mıdır ezelden?
ADNAN OKTAR: Tabi ki, o monitörün başında olacak bütün görüntüler nasıl kaset, video kaset konuyor, insan seyrediyor. Bir kaset gibi, Allah o kasetten bütün hayatımızı bize seyrettiriyor. Sonra ahirette o kaset bizim elimize veriliyor. Biz o kasetle ahirete gidiyoruz. İnsanlar da şaşırıyor. Ayette de var. "Her şey yazılmış diyor bu nasıl oluyor?" diyor insan. Yani böyle derler diyor Allah. "İnce ince her şeyi yazmış" derler diyor, bu kaset. Bütün kaderi insanların eline veriliyor ahirette. Bir nevi kaset, bu kodludur insanın bütün hayatı. Bizim sonsuz hayatımız Allah'ın Katında bitmiştir.
Biz anlardan oluşuyoruz. Fakat biz anı uzun bir zaman olarak algılıyoruz. Algı ve inanç biçimidir zaman. Ben zannediyorum ki ilkokula gitmiştim. Halbuki o kafamda bir inanç, o anda yaratılıyor benim için. Allah diyor ayette, kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım. "O her an bir yaratıştadır", diyor. Allah her an yaratıyor kainatı, sürekli yaratır. Yani bir an yaratmazsa her şey mahvolur Allah'ın dilemesiyle. Hepsini mahveder. (Sayın Adnan Oktar'ın Ekin TV röportajından, 12 Şubat 2009)
Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim
hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen,
hüküm ve hikmet sahibi olansın."
(Bakara Suresi, 32)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder